Ağca kızlar göç eyledi yurdundan,
– Karacaoğlan
Koç yiğitler deli oldu derdinden,
Gün öyle sonu da belin ardından,
Saydım, altı güzel indi pınara.
Bin yıllık göç geleneği dememe bakmayın siz. Aslında binlerce yıldan söz etmek gerekir. Çünkü biz Türkler, Orta Asya’daki Türk boyları, oralarda yaşarken de ekonomimizin temelini “göç” oluşturuyordu. Anadolu’ya geldikten sonra da bu değişmedi. Çoban kültüründe göçerlik, üretimin temel dayanağıydı.
Bu kültürü, kendi köyümüz Tatköy’de, daha çocukluk yıllarımda tanımış, yaşamıştım. Sonraki yıllar aynı kültürün çevremizdeki dağ köylerinde de yaşandığını, dahası bazı insanların, bütün yaşamlarının göç kültürüne dayandığını öğrenecektim.
Köyümüzün temel geçim kaynağı küçükbaş hayvancılıktı, bu nedenle köyün kültürü de buna göre şekillenmişti. Örneğin koç katımının yüzüncü gününe denk gelen günlerde “döl tuttu” sayılır ve genç çobanlar saya gezerlerdi. Bir eşeği renkli çullarla süslerler, sırtına bir heybe atarlar, gençler değişik kılıklara bürünür ve ev ev gezerek saya isterlerdi. Topladıkları yiyecekleri akşam bir odaya oturarak yerlerdi. Buna ferfene derlerdi. Çobanlığın olmazsa olmazı ise göçtü.
Kış mevsimi sert geçerse köylü koyununu, keçisini köye getirirdi. Köyde sürüye bakmak hayli zor olsa da köyde olmak, kışın tipilerine, fırtınalarına karşı bir güvenceydi. Şubat ayında havalar düzelmeye başlayınca sürü kış ağılına götürülürdü.
Güz seçiminden sonra çoban, kışın hafif geçeceğine inanırsa kış ağılında kalırdı. Sürünün yemi, samanı ağıla götürülürdü. Önündeki sürüye sahip çıkan iyi bir çoban kışı ağılda geçirmek isterdi. Burada sürünün yemini, suyunu daha rahat verir, güneşli havalarda sürüyü havalandırmaya çıkarırdı. Ağılda sağmal mallar sağılmaz, malın sütü kuzuya, oğlağa bırakılırdı. Burada Hıdırellez’e kadar kaldıktan sonra yaylaya çıkma yani daha yukarılara otlu, serin yerlere göçme zamanı gelirdi. Asıl kayıt yaylada alınır, son güzün ayazları bastırınca yeniden köye göçülürdü. 2001 Yılında Sarıkeçili yörüklerini tanıdıktan sonra ise asıl göçerliğin ne demek olduğunu anladım.
İlk tanıdığım oba, sonraki yıllar, gerçek yörük beyi, diyeceğim, Kuş Ali’nin obasıydı. Asıl adı Ali Uçar’dı ama herkes onu Kuş Ali olarak tanıyordu. On çocuğu, bine yakın karakeçisi, otuza yakın devesiyle gerçek bir yörük beyiydi. Yörüklüğün ne demek olduğunu, tarifini de ondan öğrendim.
“Biz çok yürürüz, ondan yörük, derler. Kısa tarifi buydu yörüklüğün.
Güz aylarıydı, havalar soğumuş, güz yağmurları başlamıştı dağlarda. Tanıştığımız gün göçünü develere yüklüyordu Kuş Ali. Oğulları Mahmut ile Bayram sabah erkenden yola düşmüşlerdi. Sürüyü onlar götürüyorlardı. Aslında yörük obalarının çoğu kışlaklarına varmışlardı bile. Kuş Ali en sona kalmıştı. O baharda da en son çıkardı yaylaya. Yani yörük obalarının artçısı gibiydi. Derleme sözlüğünde göçebe, çok yürüyen olarak geçiyor, yörük kelimesi. Bazı araştırmacılar bu kelimenin Osmanlı döneminde kullanılmaya başlandığını ve yörümek fiilinden türetildiğini ifade ederler. Belki, sürekli konar- göçer bir toplum oldukları için bu ad onlara yakıştırıldı. Yörük kelimesinin etnik bir anlamı yok. Yaşamını hayvancılıkla sürdüren, konar-göçerliği yaşam biçimi haline getiren büyük bir halk kitlesine verilen ortak bir adlandırma.
Büyük bir halk kitlesi, ifadesini bilerek kullandım. Günümüzde iki yüz hane kadar kalmalarına karşılık geçmişte çok kalabalık olduklarını söylüyorlardı Toros yaylalarında karşılaştığım yaşlılar. Bolay Yaylasında tanıştığım ve günümüzün Karacaoğlan’ı, dediğim, Hacıahmet Kıraslan anlatmıştı. “Başyaylanın üstündeki düzlüklerden Gevne Vadisine, binlerce yörük barınırdı bu yaylalarda. Deve sürüleri katar katar geçerlerdi. Develerin çan sesleriyle çınlardı dereler.
Yörükler kış aylarını Mut, Silifke, Yeşilovacık, Aydıncık, Bozyazı gibi kışlaklarında geçirirler. Nisan ayı ortalarına doğru oğlaklar doğmuş, analarının peşinde uzun bir yürüyüşe hazır hale gelmiş olurlardı. Dağ köylerinde küçükbaş hayvancılık birtakım tarihlere göre yapılır. Örneğin ekim ortalarında yaylacılar köye göçerler, ekim sonunda yaylacılar sürüden kendi mallarını seçerler, bundan sonra koç katımı yapılır ve yaklaşık yüz elli gün sonra kuzular oğlaklar doğmaya başlar. Yörük obalarında ise tekeler sürüden ayrılmaz ve keçiler erken alınır, doğumlar erken olur, bu yüzden nisan ortaları gelince oğlaklar büyümüş, yola çıkmaya hazır hale gelmiş olurlar.
Geçmiş yılların Hayat Dergisinde, ünlü yazarımız Nezihe Araz’ın birkaç sayı sürmüş çok güzel bir röportajı var. Yaşlı bir yörük göç olgusunu çarpıcı bir biçimde anlatır Nezihe Araz’a.
Nisan ayı gelince Karadağlı Nuri dayının dediği gibi yayla tutar yörüğü.
Ünlü yazarımız Nezihe Araz 1956 yılının mayıs ayında Karadağ’a giderek oradaki yörüklerle röportajlar yapar ve bunları Hayat Dergisinde yayımlar. Fotoğrafları çeken ise ünlü fotoğraf sanatçımız Ara Güler’dir.
…Nuri dayının, çok canlı bir şekilde gözümüzün önüne serdiği göç hazırlıklarını, Baki tutturduğu bir türkü ile tamamlıyordu;
Yine şenlendi de tepeler düzler
Durmuş mayalar da birbirin gözler
Ak cübbeli kürklü gelinler kızlar
Onlar da yaylayı arzular gider.
Nuri dayı sözüne devam etti;
“Lakin Hanım abla, ne kadar sefillik, irezillik olursa olsun, Yörüğe dur, desen konma-göçme, desen, duramaz. Bu onun yapısında var. Mevsimin yüzünü kıştan yaza döndürmesini nasıl durduramazsan ağaçların gövdesine baharla beraber su yürümesinin Hak yaradandan başka kimse önüne geçemezse, Yörüğün yayla hasretine de kimse karşı koyamaz, kan tutması gibi, yayla tutar Yörüğü…”
HAYAT DERGİSİ. 11 MAYIS 1956 NO 6
Kışlakta kaldıkları yere göre değişir göç yolları. Silifke, Mut tarafında kalanlar Sartavul Belini aşarak, Hacıbaba Dağının eteklerinden yaylalarına ulaşırlar. Aydıncık, Bozyazı taraflarında kışlayanlar ise Gülnar, Ermenek üzerinden Barcın Yaylasına, Gevne Yaylalarına gelirler.
Günümüzde ancak birkaç ailede var deve, göçte genellikle kamyonet ve traktör kullanıyorlar. Özellikle de traktör kullanıyorlar çünkü vardıkları yaylaların çoğunda yeterli su olmadığı için uzak bölgelerden suyu traktöre bağladıkları su tankları ile getiriyorlar, kendilerinin ve hayvanlarının içme suyu ihtiyacını bu tanklarla karşılıyorlar.
Aile reisi deve ya da modern bir araca eşyaları yükleyerek önden gider, konaklama yerine çadırı indirip kurar, ocağı yakarak geriden gelenler için çay, yemek hazırlar. Sabah erkenden yola düşülecekse eğretice kuruverir çadırı, yok birkaç gün eğleşilecekse tam düzen kurar. Yörükler bazı konaklama yerlerinde üç gün kadar kalırlar, bu onların yasal hakkıdır. Kona göçe ortalama kırk/kırk beş günlük bir yolculuktan sonra asıl yaylaya varırlar. Göç süresince çok az süt sağımı yaparlar, az bir yoğurt çalmak ya da azıcık peynir yapmak için. Yola çıkmadan önce çadıra yakın komşularını yardıma çağırarak bolca yufka yaparlar. Sacdan indikten sonra kuruyan yufka günlerce dayanabilir. Yemek zamanı bu yufkaları ıslayarak yerler. Göçerler buna ekmek dedikleri gibi çadıra da ev derler.
Sahilden yüksek yaylalara çıkış hayli meşakkatli, onlarca konalgadan geçilerek varılıyor yaylaya. İşte o göç macerasından üç örnek: Halil Öksüzoğlu, bilge bir Sarıkeçili. Yörük kültürünü en iyi bilen göçerlerden biri. Babasının lakabı Kılcı Musa, annesi Ayşe, dört kardeşlermiş. Halil Öksüzoğlu’nun anlatımına göre hayli maceralı bir yaşamları olmuş Kılcı sülalesinin. Çukurova, Burdur, Denizli, Kayseri derken sülalenin bir kısmı yeniden Mersin sahillerine inmiş. O günden bu günlere göç Mersin sahillerinden Toroslara sürüp gidiyor. Halil Öksüzoğlu sekiz yıl önce satmış develerini. İlk dördünü kendi yüklemiş ama sonrakilere yüreği dayanamamış. Beş çocuğu, yedi torunu olan Halil Öksüzoğlu, kış aylarını Silifke Ovacıkta geçiriyor. Nisan ortalarında yola düşerek Bağ oba, Yokuş başı, Samadın alanı, Nuru türbe, Kurtsuyu, Kürt tepesi, Kuma çukuru, Kozlar, Sıra tekne, Akyokuş, Dağ pazarı, Kavak özü, Sartavul, Piknik çamlığı, Buyuntu, Avgan çimeni, Gökgedik, Gümüş gediği, Çoka çeşmesi, Hacıbaba manastır çeşmesi, Tosmur gölü, Kızılgedik, Dinek, Apa, Belkuyu, May beleni, Söbüçimen konalgalarını geçerek Seydişehir’ in İncesu yaylasına geliyor.
Yirmi yıl öncesine kadar çadırların önünde dokuma tezgahlarını sıkça görürdüm. Göçerlerler kilim, çul, alaçuval, kıl çadır gibi ihtiyaçlarını kendileri dokurlardı. Günümüzde azalsa bile tezgahını boş bırakmayan yörük kadınları hala var. Kerim Karadayı’nın eşi Emine Karadayı bunlardan biri. Emine’nin dokuduğu kilimler 2010 yılında Unesco tarafından” Dünya Kültür Mirası” ödülüne layık görüldü.
Emine ve Kerim Karadayı çiftinin Emrah ve Zeynep adlı iki çocukları var. Göçü traktörle yapıyorlar. Mersin Aydıncık’ta kışlayan Karadayı ailesi, nisan ortasında göçe başlayarak Murt Çukuru, Teknecik, İliboz, Koca Pelit, Ayaş, Bardat Yaylası, Erik Deresi, Çavuş Köyü, Kaklık, Sultan alanı, Kuruca bel, Bucak kışla, Avgan Çimeni, Gökçe gedik, Çoka, Manastır, Deve özü, Akpınar konalgaları yoluyla Avşar yaylasına ulaşıyorlar.
İlk tanıdığım yörüklerden biri olan Kuş Ali halen develeriyle göç eden sayılı yörüklerden biri. Onun sürüsünün peşinde Erik Deresi yolunda, Ermenek’te birkaç kere yürüdüm. Günlük hayatlarına tanıklık ettim. Son yıllarda Hadim’in Umurlar yaylasına çıkıyor ama epeyce yayla değiştirdi Kuş Ali. Onu ilk tanıdığımda Avşar’ın Elma ağaççığı yaylasındaydı. On çocuğundan en büyüğü olan Emine evliydi ama onun çadırı da kendi çadırına çok yakındı. İki oğlu sekiz kızı vardı. Kuş Ali, kış aylarını Gülnar’ın Halifeler köyünde geçiriyor. Mart ayının sonlarında yola düşerek Hamit Gölü, Dikili, Çıldır, Armutlu, Mezer gediği, Görmeli Ala köprü, Balkusan, Başyayla konalgalarından geçerek Umurlu yaylasına geliyor.
Göçerler dönüşlerinde de aynı konalgaları kullanıyorlar.
SON SÖZ YERİNE
Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Bayburtlu Zihni
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı …
Bütünüyle ekonomik bir temele dayanan göçerlik, olumsuz şartların üst üste gelmesiyle artık bitme noktasına geldi. Devlet kalan aileleri de iskân etmek istiyor, göçerlerin bir kısmı iskân istemiyorlar ama olumsuz şartlara daha ne kadar dayanacakları belirsiz. Bir zaman deve çanlarıyla çınlayan vadiler, karakeçi sürüleriyle bayram şenliği yaşayan yaylalar viran olacak, ıssız kalacak…
Meraklısına not;
Göç, edebiyatımızca çokça yer alan konurlardan biridir. Zorla iskân olaylarından tutun sıradan yayla göçüne kadar türkülere yansımıştır. Bunların çoğu ağıt şeklindedir:
Göç göç oldu göçler yola düzüldi
Erzurum türküsü, derleyen Raci Alkır – Muammer Özkaycı
Uyku geldi ela gözler süzüldi
O zamanda elim yârdan üzildi
Ağam nerden aşar yolu yaylanın.
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Kırşehir türküsü, Muharrem Ertaş
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.
Çekemedim Akça Kızın Göçünü Of Of Göçünü
Serik- Antalya türküsü, derleyen Şevket Yanıkoğlu – Cevat Uyanık
Sırma Saçlar Bırak Dövsün Döşünü… Ah Kız Döşünü
Gülüver De Görem Bi Yol Mercan Dişini Of Of Dişini
Yolver Bana Çubukbeli Geçeyim… Ah Kız Geçeyim.
Zeki Oğuz biyografi
Şair, öykü yazarı ve fotoğrafçı. 1951 Yılında Konya Tatköy’de doğdu. İlkokulu köyünde okuduktan sonra, Konya Erkek Sanat Okulunu bitirdi. 1968 Yılında Yeni Konya gazetesinde gazeteciliğe başladı. Yeni Meram, Yeni Konya, Manşet, Konya Postası, Memleket, Cumhuriyet Gezi, Siyah/Beyaz, İpek Yolu gibi dergi ve gazetelerde gezi ve köşe yazıları yazdı. İlk şiir kitabı 1970 yılında yayınlandı. İlk öykü kitabının yayın tarihi ise 1981. Edebiyatçılar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi üyesi ve Konya Fikir Sanat Kültür Adamları Birliği Derneği’nin kurucu üyesidir.
Çalışmaları Yeni Konya, Yeni Meram, Somut, Varlık, Tan (Yugoslavya), Yaba, İnsancıl, Eşik, Aykırısanat, Gerçek Sanat, Çağrı, Minerva, Tavır gazete ve dergilerinde yayımlandı.
1989 Yılında fotoğraf sanatı ile ilgilenmeye başladı. İlk kişisel sergisini 1995 yılında Konya Güzel Sanatlar Galerisinde açtı. Konya Fotoğraf Amatörleri Derneğinin kurucu üyesi olup bugüne kadar elliyi aşkın kişisel sergi açtı, karma sergilere katıldı.
Göçer yörüklerle ilgili belgesel çalışmalar yaptı. “Yaylaların Özgür Çocukları” adlı kitabı iki baskı yaptı. Bu konuda sergiler açtı, saydam gösterileri düzenledi. 1997 Yılında Konya Çalı Kültür Sanat Dergisini yayınlamaya başladı. Toplam 110 sayı yayınlanan Çalı Dergisinde yaşayan değerlerimizle ilgili özel sayılar yaptı. Düzenlenen imza günlerinde yazar ile okurun buluşmasını sağladı. Dergide sürekli olarak Konya kültürünün öne çıkması için çaba sarf etti. Dergi ve hikâye çalışmaları altı ayrı tezin konusu oldu.
ESERLERİ:
- Kavgadayız Her Saat (şiir 1970)
- Bebek (öykü 1981)
- Hayrat (öykü 1. Baskı 1990 ikinci baskı 1992 Kavram Yayınları)
- Ademin Kaburga Kemiği (öykü 1994)
- üreğimi Getirdim Armağan (öykü 1995 Toplum Yayınları)
- Ürkek bir Keklik (öykü 1995 Yaba Yayınları)
- Gezgin Yürek (şiir 1 baskı 1999 2.baskı Şafak Oğuz’un fotoğrafları ile 2005)
- Gelenekleri Görenekleriyle Konya Dağ Köyleri (halk kültürü 1. Baskı 1997 2. Baskı 2000 İl Kültür Turizm Müdürlüğü)
- Dolavlı Yılmaz Güney (öykü 2002 Çalı Kültür Sanat Dergisi)
- Bir Bozkır Türküsü Beldeleri Yaylalarıyla Konya (gezi 2003 Konya BB Kültür Yayınları 52)
- Yaylaların Özgür Çocukları Yörükler (araştırma 2004)
- Seçme Öyküler (2004)
- Toprak ve Gelenek (halk kültürü 2005 Çizgi Kitabevi)
- Taşra ve Gezgin (gezi 2005 Çizgi Kitabevi)
- Seçme Yazılar (2006 Çalı Kültür Sanat Dergisi)
- Yüzler (albüm 2007 Çalı Kültür Sanat Dergisi)
- Gümüş Saplı Bıçak Miço (Anı-roman 1. Baskı Ekim 2009 2. Baskı Mart 2015 Nüve Kitabevi)
- Konya Bozkırlarında bir gezgin Yol Hikâyeleri (2016 Çizgi Kitabevi)
- Konya’nın Kırk Gezilecek Yeri (2016 Konya BB Kültür Aş.)
- Akdeniz’den Toroslara Sarıkeçililer (2016 Çimke Yayınevi)
- Cadılarıma Türküler (şiir/albüm 2020 Çizgi Kitabevi)
Harika bir yazı. Yazıyı omurken saya saymak geleneğini okuyunca duygulandım. Çocukluğumdan hatırladım, kalabalık bir genç gurubunun maniler dizerek kapı çalmalarını, heybelerine yumurta, bulgur ne verilirse doldurmalarını. Ne güzel geleneklerimiz varmış. Şimdiki çocukların haline çok üzülüyorum. Bu duyguları hiç yaşayamayacaklar.
Selam ve saygılarımla.