Ülkemizin kıymetli hekimlerinin fotograf alanında hayata geçirdikleri önemli etkinliklere dair kaleme aldığımız metinler vesilesiyle, amatör fotograf ortamında tıbbiyelilerin güzide bir yeri bulunduğunu vurgulamayı ihmal etmemiştik.
Kütüphanemize çok kıymetli yeni bir eser armağan edildi. Değerli bir hekimin, usta bir fotografçının, Prof.Dr.Sezgin Güvel’in “Analog Öyküler” isimli önemli eserini kütüphaneye emanet etmeden evvel özenle inceledik. Bendenizin de kısa bir öyküyle katkı vermeye çalıştığı kitap/albüm oldukça etkileyici. Ciddi emek, mesai ve özveriyle inşa edilen eser, farklı disiplinlerin birbirini desteklemek üzere aynı ortamda buluşmasının anlamlı bir örneği.

Fotograflar Sezgin Güvel ustanın birikimi ve maharetiyle olgunlaşmış görseller. Her fotograf için bir metin kaleme alınmış. Metinler de fotoğraflar gibi çeşitlilik arz ediyor. Öykü, şiir, analiz, yorum, çözümleme, deneme, kuramsal ileti, anlatı, öğreti, anı vs bağlamında düşünülebilecek zengin bir tablo hazırlanmış. Tekdüzelik söz konusu değil. İki sunuş metni ve bir önsöz dahil olmak üzere epeyce yüklü miktarda metin yer alıyor kitapta. Çok sayıda yazar-çizerin kaleme aldığı metinler, sayın Güvel’in usta işi fotograflarına eşlik ediyor.
Neresinden baksanız bu eser sağlam, nitelikli bir çalışmanın vücut bulmuş hali.
Sayın Duygu Değirmenci, “Aynanın sırlı Tarafı” başlıklı sunuş metninde, “… Analog Öyküler, fotoğrafla yazının gücünün birleşimiyle ortaya çıkan, disiplinlerarası bir çalışmanın ürünü. Fotoğraf, insanlık tarihindeki önemli anları yakalayıp zamanı durdurabilen güçlü bir araç, duyguların, anıların ve hayallerin yansımasıdır. Çekilen fotoğrafların ardında yatan hikâyeler ise sıklıkla görünenin ötesindedir. İşte bu noktada, bir edebiyatçının görevi, aynanın sırlı tarafına geçmek ve görünenin ötesinde durmaya çalışmaktır. …” der.
Sayın Önder Güvel, “Analog Zamanın Tozunu Edebiyatla Almak” başlıklı sunuş metninde, “… ‘Sanatsallık; yorumlanabilme kapasitesiyle ölçülebilen bir durumdur’ diye tanımlanır. Yani ‘bir yapıt, yoruma ne kadar açıksa o yapıt, sanatsal açıdan o kadar değerlidir’ denir. Bizim buradaki meselemiz, bunun biraz daha ötesinde. Bir sanat eserine baktığımızda bize çok şey söyler, çok şey anlatır. Kimi bağıra çağıra, kimi fısıltıyla… Kimini duyarız, kimini hiç duymayız. Kimini anlarız, kimi hiçbir şey ifade etmez. Elbette herkes farklı şeyler görür, hisseder. Ben daima ne anlattığının da ötesinde, bana ne hissettirdiğiyle ilgilenirim. …” der.
Sayın Sezgin Güvel, “Analog Öyküler” başlıklı ‘Önsöz’de, “Doksanlı yıllar, henüz dijital çağın başlamadığı analog zamanlar… Anadolu’nun daha saf, daha samimi olduğu, çocukların mahalle aralarında ip atladığı, evcilik oynadığı, yaşlı teyzelerin eşikte oturup sohbet ettiği, sabahın erken saatlerinde denize açılan balıkçıların akşam, dostlarıyla kahvehanede oyun oynadığı yıllar… Şimdilerde filmlerimin şeritlerine iz bırakmış, çoğu kareye özlem duyduğum yıllar… Bu çalışma, doksanlı yıllarda Anadolu’nun dört bir köşesinde, analog fotoğraf makinemle çektiğim fotoğraflardan oluşuyor. Fotoğrafçı için her fotoğraf kendi başına bir öyküdür ve çoğu zaman fotoğrafı çeken kişi de bu öykünün içindedir. Kimi zaman kahraman kimi zaman tanık olarak ama mutlaka içindedir. Bu sebepledir ki yıllar önce şöyle bir soru beliriverdi zihnimde: Acaba benim içinde bulunduğum, tanık olduğum bu fotoğraflara zamandan, mekândan, kişilerden bağımsız olarak bakıldığında nasıl bir öykü canlanır insanların zihninde? Bu fotoğraflar, o anın içinde bulunmayan kişilerde nasıl duygular uyandırır? Analog Öyküler işte bu düşünceyle yola çıktı. Yolculuğuna birçok güzel insan eşlik etti. Benim için bir kitaptan öte yeni dostlar ve anılar biriktirdiğim eşsiz bir süreçti. Ve sonunda seksen üç fotoğrafa, elli üç yazar tarafından yazılmış, birbirinden güzel metinlerden oluşan bu disiplinlerarası eser meydana geldi. …”
Onca metinden alıntı yaparsak, büyük bir olasılıkla bu metin çok uzar, şişer ve okunma kabiliyetini yitirir. Bu itibarla, yazılarından alıntı yapmadığımız yazar dostlarımızın hoşgörüsüne sığınarak (bizatihi kendimizin kaleme aldığı metne de yer vermeyeceğiz) rastgele seçeceğimiz metinlerden kısa alıntılar yapmanın daha isabetli olacağı kanaatine vardık.
Gamze Özkan’dan “Kalbim Kanar-ya”: “Bir fotoğrafa bakınca içinde en az iki hikâye görmeli: İlki ondan, ikinciyi kendinden şerh etmeli. …”
Güray Işık’dan “Kardaki İz”: “… Önceleri anlatmak iyi gelirdi. Bir sese tutunmak, o seste ümit bulmak. Bir yerden ötekine göçmek ve tesadüf ettiğim kimselerle konuşmak. Ayak üstü taziyelerle avunmak. … Sonra sustum. Susmak iyi geldi. …”
Sezen Doğan’dan “Renkler”: “Burası benim çocukluğumda kâğıtlara çizdiğim, bacasından duman tüten, hemen önünden şırıl şırıl dere akan, tahta pencereli evi barındıran dedemin köyü. …”
Şirin Aydın Deniz’den “Şah, At, Piyon”: “Bir işin efendisi olmak istiyorsanız önce o işin kölesi olmalısınız! Köleliği övebilirim ama bahsedeceğim kölelik Hindistan’ın kast sistemindeki, toplumu beş farklı sınıfa ayıran, son iki tabakasını oluşturan ‘Sudra’ ve ‘Parya’ tipi kölelik değil. İşçi ve kölelerden oluşan sudraların, paryalardan tek farkı düzenli bir ekonomik gelire sahip olmalarıydı. Ancak onlar da paryalar gibi sınıf atlayamaz ve ölene kadar köle kalırlardı. Kim ölene kadar köle kalmak ister ki? Ben ölene kadar köle kalmaktan bahsetmiyorum, diyorum ki bir işte iyi olmak istiyorsanız o işin mutfağında fazlasıyla pişmelisiniz. Bu tip kölelikle gurur duyarım. Eğer bir işin kölesiysem en iyi köle olmalıyım da demiyorum çünkü en iyi olmak başkasıyla yarışta olmayı gerektirir, bense yarışma fikrinden hoşlanmıyorum. …”
Recep Yüksel’den “Nimet Lokantası”: “… /Anlatıyordun ya hep/Şu Balatlı olmuştur sebep/Bu akşam/Hesabı o verecek/Hikâye bu, olmadı, olmasın gerçek/gerçeği fotoğraf söyleyecek?”
Birce Kayalar Abacı’dan “Gönüllü Düğüm”: “Müjde, aşk şiiri, gizli mesaj, kara haber. Kime ne gönderdiğini pek sormam kimseye. Hop diye alırım uzattıkları kâğıt parçasını. Bağlarım usulca, bazen Taklacı’ya, bazen Baştankara’ya. En çok İskenderun’u severim aşağı kıvrık gagasıyla. Onunla göndereceklerim için sorarım ne yollamak istediklerini. İri cüssesine rağmen incecik boynu, kötü haberin ağırlığını taşıyamaz gibi geliyor. Benim gibi. …”
Mehtap Kılıç’dan “Sızı”: “Sabah vakti kapının tokmağı üç kez değdi ahşaba. Üç kez. Aralıksız üç tok ses. Iraz Ana, geceki acıyı yeniden yaşadı yüreğinde. Oysa ne çok çalınmıştı evvelinden o kapı. Bu başkaydı. Araladı kapıyı. Üç asker vardı kapıda. Birinin yıldızı çoktu. ‘Ana’ dedi, ‘Başınız sağolsun’. Gözleri nemli ama dimdikti. Iraz Ana ‘Oğul!’ diye bağırıp yüreğine götürdü elini. Dilan, Orhan geldi sandı önce ‘oğul’ sesini duyunca. Bir heves, koştu kapıya. Perişan anasını, gözyaşlarını gördü. ‘Orhan!’ diye bağırdı. Yığılıp kaldı incecik bedeni oracığa. Sonra komşular geldi başsağlığına, bayrak asıldı en büyüğünden kapıya. Yirmi ikisinde bir evladı bayraklı bir tabutla götürdüler köy evinden. …”
Esra Kâhya’dan “Filinta Gibisin”: “Aralık duran kapının ağzında sokağa bakıyorum. Aksak ayaklı taburede çocukluğum oturuyor. Ben şaşkınım. Korkuyorum da. Bir ayağım geride. Belim bükük. Elime bir değnek vermişler, yüzüme yönünü şaşırmış bir bakış kondurmuşlar. Kafamda yaşlı kasket, kat kat giyinmişim. Üşüyorum. Kanım eskisi gibi coşkun akmıyor, o da topal bencileyin. Yeleğin cebinde baba yadigârı köstekli. Tıkır tıkır çalışıyor, helal olsun. Kalpten önde gidiyor. Bir gün ikimiz de duracağız. ‘Durmadan evvel’ diyorum, ‘selam vermeli şu çocuğa.’…”
Sevinç Gerçekoğlu’ndan “Düşler”: “… İnsanın fevkalade içine döndüğü, bedenin tüm eylemsizliğine rağmen ruhun hareket halinde olduğu bir zaman dilimini içerir uyku. …”
Zekiye Asuhan Kara’dan “Taş Çeşme”: “… Bu gün Sezgin abimin fotoğraf sergisi var. Fotoğraf için: ‘Görünen, gerçekte olan ve olacak olandır’ der. … Bu fotoğraf, onun ilk fotoğrafı, yetimliğinin ilk günü.”
Seda Balkıs’dan “Hayat Devem Ediyor”: “… Dünyanın herhangi bir yerinde doğuyoruz, büyüyoruz, ölüyoruz. Hepsi bu.”
Hüseyin Karagöz’den “O Adamı Sevmiyorum”: “… Babam garsonmuş. Oysa ben, onu büyük bir kalenin bekçisi sanıyordum. Her sabah erkenden uyanır, beklerdim. O, gece kapısına dikilen canavarları anlatırdı. Sabah ekmeklere margarin sürerdik. …”
Tuğba Kachara’dan “Bir Parça Deniz Olsun”: “… Ampute heveslerim, vadesiz niyetlerim, vaadsiz sevdiklerim, karşılıksız senetlerim, budanmış ümitlerim, anarşist sevişlerim her şey, hepsi sahile miras kalsın. Herkes sussun, ses etmeyin yine. Sustuklarımla konuştum, konuştuklarımla savaştım, savaştıklarımla ağladım ben, hatırı sayılır yıllar aldı. Küreksiz kayıklarla, rüzgâra emanet açılıp şerh koyduğum satırları dalgalara sunasım var şimdi. …”
Jülide Ergin “Köyler Var Uzakta”: “…Gaz lambasıyla mumların aydınlattığı salonda yanan fındık kabuğu seslerine, kedi ve köpeğimizin horultuları eşlik ederdi. Sobanın üzerinden eksik olmayan çay veya ıhlamur içilirken yapılan sohbetler, bazı gecelerde Rus votkasıyla iyice derinleşir, yaşama farklı bir perspektifle bakmamızı sağlardı. …”
İsmail Altıntaş’dan “Aldanış”: “Yabancıydım/Biraz yalınayak çocuk/Biraz elimden bırakamadığım valiz/Dönmeye meyilli/…”
Zeynep Ebla Ceylan’dan “Kapımız Mavi Olaydı”: Üç parçaya ayrıldık biz. Önce babam kanlar içinde yere düştü. Annem, kanlımızı vurunca hapse, kardeşimle ben de dul yengeme… Kapı numaramız elli bir olmayaydı. Amcam kanlımızın oğlunu vurmayaydı. Oğlan küçük halamı kaçırmayaydı. …”
Şirin Aydın Deniz’den “Yaşlı Adamın Hikâyesi”: “… Hava kapalıydı, gökyüzü bulutluydu, birden bir ses duyuldu, gök gürültüsü olmalıydı. Gitti dediler. Yaşlı eşi tahta evin kapısından çıktı, yürüdü, gözleri buğuluydu kadının, gitmişti yaşlı adam. Ömrünü vermişti ona kadın, ömrü gitmişti. Dudaklarında acıyla karışık garip bir tebessüm, makine sesi yoktu artık, elektrik kesilebilirdi, çan çalamazdı. Gök gürüldedi. Yaşlı kadın sokakta gezindi. Yaşlı adam huzurla gitti.”
İsmail Altıntaş’dan “Dönmedolap”: “… Döndüm, deli dolu hayatlar arasında/Durdum, dikenler arasında/Döndüm, ben olduğum bedenin içinde/Durdum, ciğerlerim yandığında/Döndüm/Durdum.”
Anıl Çetinel Örselli’den “Asya”: “… Dediler ki geç vakit dışarıdaymışsın, fistan giymişsin de minibüse binmişsin, o mahlûklar üzerine çullanınca bağırıp etmemişin. Duy da inanma, sankim de kendin istemişsin bu hoyratlığı, sankim de hak etmişsin onca eziyeti! Yetmez gibi ‘o bize yanaştı’ demezler mi kör kuyulara gelesiler, toprak bile kabul etmez böylelerini. …”
Gamze Güler’den “Yol”: “Çemberin çevresinin çapına bölünmesiyle elde edilen ‘Pi’ sayısının bütün evreni içinde barındırdığını söylüyor bilim adamları. Pi sayısını oluşturan rakamların, bu güne kadar var olan ve henüz var olmamış tüm sayıların kombinasyonlarını, alfabeye çevrildiğindeyse söylenmiş ve söylenecek olan tüm sesleri, tüm kelimeleri, tüm cümleleri içinde barındırdığını. İnsanın matematikteki karşılığı Pi sayısı değilse ne peki? …”
Güray Işık’dan “Toprak”: “Bu sessizliği bozacaklar. Kükreyen makinaların gürültüsü dolacak kıyılara. Dişlilerin arasında yılan gibi kıvrılan paslı zincirler, kayışlar devindikçe, kaynamış yağın kesif kokusu etrafa salınacak. Misal, şu tepedeki bodur çamları söküp atacaklar. Şimdi altın tozu serpilmişçesine pürüzsüz, billur uzanan bu kıyılar her türlüsüyle tanışacak iz denen talanın. Fırat’ın, Dicle’nin üzerinden akan pamuk kanatlı göç yolundan eser kalmayacak. Suyun altında ölü gemilerin dev tonozları çürüyecek. Demir ekecekler toprağın bağrına. Karılmış tonlarca kum ve taş ve emek, kürek kürek akacak çukurlara. …”
Kübra Kaplan’dan “Bekleyiş”: “… Değiştirmezdi yerini, kimseyi de oturtmazdı. Pencerenin önü, sehpanın arkası, iki divanın bitimi… Uzaklara bakıyordu, uzaklara, ümitsiz gözlerle. … Damarları belirginleşmiş, etten çok kemik; solgun sarımtırak elleri. Yüzüğü mü? Çıkarmazdı onu. … Neyi kalmıştı duvara asılı şu fotoğraftan geri? Ağır işiten kulağı mı? Ya da az gören gözleri? …”
Deniz Çağlar’dan “Saklambaç”: “Bu hikâyeden yalnız birimiz sağ çıkacaktık. Hayatta kalan anlatacaktı. Kim yazarsa yazsın bu satırla başlayacaktı hikâye. … ‘Kazandım. Üttüm. Yendim.’ … ”
Önder Güvel’den “Kara”: “Leyleğin üçüncü yavrusunu yuvadan atışını görmüştüm. Sonra cami avlusuna bırakılmış, çöpe atılmış çocuklar vardı. Yuvadan atılan kaçıncı çocuktu bu uzun yüzlü Esvet bilmiyoruz. Esvet kara demekti. Ruhu kara, kalbi kara, kendi kara. İçi ise kapkara. …”
Zekiye Asuhan Kara’dan “Hürteker”: “Dünyayı tersine çevirdiğimde eğilip bakarım altta kalan var mı? Derin bir nefestir çevirdiğim o pedalın sesi her yol öncesi. Bu benim can dedem Hasan. Güzel insan. Bu da onun dünyası, aşkı, ekmek teknesi, yol arkadaşı, sırdaşı ‘Hürteker.’ Mahallenin son bisikletçisi dedem. Hürteker, ona yaşamın ta kendisi. Özgürlük demek, ileriye gitmek, çalışmak demek. ‘Bisiklet barıştır, anlayıştır, saygıdır doğaya’ der. ‘İsrafsız üretmektir, yükselmektir’ der. …”
Anıl Çetinel Örselli’den “İkimiz”: “Atsak ya üzerimizden ağların/balıkçıların yükünü!/Bir deli fırtına çıksa misal/kopartsak ipimizi/…/İki damla dalga/bir tutam rüzgâr çalsak/zamanın pençesinden/Bütün ölü şairleri geride bırakıp/böyle yan yana/uzak bir adaya vursak kendimizi/…/Bırakmazlar diyeceksin/İzin isteyen kim?”.
Hekim ve usta fotografçı Prof.Dr.Sezgin Güvel’in hayatın içinden kaydettiği görseller ve bu görsellere destek veren, zenginlik katan metinler sonraki kuşaklara armağan edilen çok kıymetli bir dokümana vesile olmuş. İnsan evladı için en kıymetli olgular olduğunu düşünmek gereken emek ve zaman böyle bir eserin inşasında yeterince feda edilmiş. Özveri var bu çalışmada, dayanışma var. Anadolu kültürü bağlamında çok önemli, fakat yazık ki yitirilmekte olan ‘imece’ canlı tutulmuş, hayat bulmuş. Yazar ve Fotografçı buluşması, birlikteliği, ortaklığı, dayanışması okuyucunun gönlüne su serpecek bir sonucun gerçekleşmesini sağlamış.

Benzer çalışmaların farklılıklar, yenilikler, çeşitli denemeler bağlamında daha da geliştirilerek tekrar etmesini diliyoruz. Dijital ortamın geleceğinin en azından şimdilik müphem olması, oldukça önemli bir uyarı niteliğindedir. Bu nedenledir ki çok zor koşullarda olunsa dahi basılı eseri öncelemenin en sağlam ve tutarlı seçenek olduğu kanaati ağır basar. Seneler boyu ortaya konan çok miktarda emek, zaman dijital ortama mecbur ve/ya mahkûm edildiğinde büyük olasılıkla heba olacağı su götürmez bir gerçektir. Özellikle amatör fotograf dünyasının neredeyse bütünüyle özveriye dayanan, maddi karşılık tahakkuk etmeyen, verme üzerine kurulu, alma beklentisi olmayan kendine has atmosferinde yapıp etmelerin kitaba/albüme dönüştürülmesinin çok önemli olduğunun altını çizmekte yarar var. Bireyin kendisini inşa etmesinin, kültür-sanat hayatına katkı vermesinin, sonraki kuşaklara anlamlı bir miras bırakmasının hâlâ çok geçerli araçlarından biridir ve çok önemlidir kitap/albüm gibi materyaller.
Sayın Sezgin Güvel’i ve çeşitli metinlerle kitaba/albüme katkı veren kültür-sanat insanlarını gönülden tebrik ediyoruz.
Bireyin bile isteye atıldığı şahane bir serüven, gönüllü olarak yürüdüğü zorlu bir yolculuktur bu. Özü itibariyle tozpembe değilse de hiçbir şey, kalıcı eserle taçlandırıldığında muazzam bir gönül ferahlığı yaşatan, bireyi ve elbette ki sosyal çevresini geliştirip olgunlaştıran sıradışı bir mecradır.
Fotograf yolculuğunu hafife alan yanılır.
Gerek sanat bağlamında, gerekse belge bağlamında fotograf son derece ciddi bir olgudur.
Kıymetli hekim dostumuz Prof.Dr. Sezgin Güvel’in fotografı hangi ölçüde ciddiye aldığı hem fotografik eyleminden, hem de zamana yayarak gerçekleştirdiği görsel kayıtları yazarlarla paylaşıp üzerine metin kaleme alınmasını sağlaması ve ortaya çıkan eseri basılı hale getirmesinden bellidir.
Ceketimizi ilikliyor ve ayakta alkışlıyoruz.
Tekin hocam, metinler çok etkileyici. İnsanda inanılmaz bir okuma hevesi ve merakı uyandırıyor. Eminim eseri temin edip Sezgin bey’in fotoğrafları ile birleştirince bu etkisi katlanarak artacaktır. En kısa sürede kütüphaneme kazandırmayı düşünüyorum.
Size ve sizin nezdinizde eser sahibi Sezgin hocam’a teşekkürlerimi sunuyorum.