Bugün bu kavramı konuşmak, neredeyse “gerçek” kelimesinin anlamını yeniden tartışmak gibi.
Peki orijinal dediğimiz şey, aslında kimin hafızasında yaşar… makinenin mi, sanatçının mı, izleyenin mi?
Çoğu fotoğrafçıya göre orijinal olan fotoğrafın RAW halidir.
Ama bu bile mutlak bir tanım sunmaz.
Günümüzde RAW formatındaki bir fotoğrafın bile tamamen “tarafsız” olduğunu söyleyemeyiz. Daha deklanşöre bastığımız anda kullandığımız marka, sensör teknolojisi, gömülü algoritmalar, hatta objektifin optik karakteri görüntüyü şekillendirmeye başlar. Canon’un RAW’ı başka, Nikon’unkisi başka, Fuji’ninki bambaşkadır.
Demek ki en başında yani deklanşöre bastığımız anda bile bir yorumlama vardır. Makinenin ışığı nasıl ölçtüğü, dinamik aralığı nasıl kaydettiği, tonları nasıl sakladığı gibi etkenler, görünmez bir “ön işleme” sürecini çoktan başlatmıştır.
Peki bu haliyle hâlâ “orijinal” diyebilir miyiz?
Birçok kişi şöyle der,
Eğer müdahale dışsal değilse yani yapay zekâ yoksa, başka karelerden montaj yapılmadıysa, düzenlemeyi sadece çeken kişi yapıyorsa fotoğraf hâlâ orijinaldir.
Bu görüş çağın ruhunu da içinde taşır.
Dijital çağda, dijital bir temizlik veya estetik düzeltme yapmak artık “manipülasyon” değil, “tamamlama” olarak görülüyor.
Dolayısıyla “orijinal fotoğraf” fikri, teknik olarak zaten baştan tartışmalı bir zeminde durur.
Dijital çağ, Photoshop ve AI ile bu müdahale alanını yalnızca genişletmiş oldu.
Resim bir toplama sanatıdır.
Fotoğraf ise çıkarma.
Fotoğraf, sadeleştikçe anlam kazanır.
Arka planda bir bez parçası varsa, rahatsız edici bir çöp kutusu görünüyorsa, onu kaldırırız ya da en azından kaldırmak isteriz.
Bazen de öyle nesneler olur ki…
Kaldırmak fiziksel olarak mümkün değildir.
Diyelim ki tarihi bir sokakta bir portre çektiniz.
Kafanın hemen yanına park edilmiş beyaz bir minibüs bütün duyguyu bozuyor.
Kadrajdaki her şey “zamansız” hissi verirken o minibüs görüntüyü bugüne zincirliyor.
Çekim anında onu yok sayamazsınız.
Ama zihninizdeki fotoğrafta o minibüs hiç yoktur aslında.
İşte o zaman çekim anında hayal ettiğimiz şeyi çekim sonrası dijital araçlarla tamamlarız.
Peki bu hâlâ orijinal mi?
Evet.
Çünkü fotoğrafçının zihnindeki kadrajda o obje hiç yoktu.
Çekim anında “olmaması gereken” bir şeydi zaten.
Dolayısıyla dijital olarak kaldırıldığında hâlâ o ilk niyeti korur.
Bir bakıma şunu söyleriz,
Çıkarmak, sahneyi bozmak değil sanatçının hafızasındaki sahneyi geri çağırmaktır.
Bu yüzden deriz ki,
Çıkarma, hâlâ sanatçının duygusunu yansıtır.
Asıl ayrım burada başlar.
Çünkü “çıkarmak”, niyeti korur.
Ama “eklemek”, yeni bir niyet yaratır.
Arka plandaki gökyüzünü tamamen değiştirmek?
Kadraja hiç olmayan bulutlar eklemek?
Hiç var olmayan bir kişi, hayvan ya da nesneyi görsele yerleştirmek?
Bunlar artık başka bir anlatının parçalarıdır.
Ve bu anlatı, deklanşör anına ait değildir.
Şunu net söyleyebiliriz,
Silmek, gördüğümü düzeltir.
Eklemek ise hiç yaşanmamış bir şeyi icat eder.
Bu noktada sormamız gerekir,
Orijinal olan çekilen midir, yoksa hayal edilen mi?
Bir fotoğrafçı olarak bir kareye baktığımızda…
O çekim anına mı dönüyoruz?
Yoksa sadece “beğeniyor muyuz”?
Eğer sadece beğeniyorsak, o artık bir anı değil bir üründür.
Deklanşöre bastığımız andaki heyecan,
Sahnenin içinde yaşadığımız o titreşim,
Kompozisyonu kurarken zihnimizde oluşan estetik denge…
Tüm bunlar o kareye hâlâ yansıyor mu?
Yoksa onların yerini yapay zekâ tarafından inşa edilmiş “daha güzel” bir görüntü mü aldı?
Kendimize şu soruyu sormak zorundayız,
Yıllar sonra bir arşiv diski açtığınızda içinizi titreten şey hangisi olacak?
O ilk RAW dosyası mı, yoksa yarışmaya gönderdiğiniz pürüzsüz ama uzak versiyon mu?
Bugün AI, fotoğrafçının araç kutusuna yeni bir fırça ekledi.
Birçok kişi yapay zekâyı “gerçeği bozma” tehdidi olarak görüyor.
Ama bu tartışma ilk kez yaşanmıyor. Daha önce Photoshop için, ondan da önce de karanlık oda teknikleri için yapılmıştı.
Dodging, burning, tonlama, kontrast oyunu, lokal netlik artırma…
Bunlar analog dönemin de sırlarıydı. Fotoğraf, hiçbir zaman tamamen “dokunulmamış” değildi.
AI ise bu teknikleri sadece otomatikleştirip hızlandırmıyor,
Bir adım daha ileri gidiyor,
Sadece ışığı ve tonu değil, sahnenin içeriğini de değiştirebiliyor.
İşte fark tam da burada ortaya çıkıyor!
Artık soru sadece
“Ne kadar müdahale var?” değil,
“Bu hâlâ fotoğraf mı, yoksa dijital bir illüstrasyon mu?” sorusu.
Bir fotoğrafın ruhu, yalnızca çekenin deneyiminde mi saklıdır, yoksa işleyenin vizyonunda mı?
Cevap, belki de **“ikisi de”**dir.
Eğer çekim ve işleme aynı elde birleşiyorsa, deneyim ile estetik yorum aynı damardan beslenir. Çeken de işleyen de aynı kişidir. Ruh tek bir bedende dolaşır.
Ama farklı eller devreye girdiğinde, ortaya çıkan şey iki kişinin ortak eseri olur. Bu, eserin ruhunu tamamen ortadan kaldırmaz fakat onu “tekil” olmaktan çıkarır, çoğul bir hâle getirir.
Önceki yazılara gelen bir okuyucu yorumunda, Okyar Bey’in de belirttiği gibi, burada “mutlak doğru” yok.
Bir sanatçının tercihi, bir başkasının etik hassasiyetiyle çatışabilir.
Kimisi fotoğrafı “gördüğü gibi” bırakmayı savunur, kimisi ise gördüğünü “hissettiğine” dönüştürmek ister.
Bu tartışma, izleyicinin deneyimini de şekillendirir. Çünkü bir eser, yayımlandığı anda artık sadece sanatçının değil, onu görenin de olur.
Fotoğrafa bakan her göz, kendi hayatından, kendi hafızasından bir anlam taşır.
Anlam, sanatçının niyetinde doğar ama izleyicinin zihninde yeniden şekillenir.
Bir fotoğrafın orijinal olması hâlâ mümkün mü?
Yoksa elimizden her çıktığında, istemeden de olsa onu yeniden mi yaratıyoruz?
Belki de “orijinal fotoğraf” diye bir şey yoktur.
Bizim elimizde sadece “ilk kayıt” ve “son yorum” vardır.
Ve her ikisinin de değeri, teknik doğrulukta değil samimiyetinde yatar.
Çünkü sanat, ancak vicdanla tamamlanır.
Perdenin Arkasına Devam Ediyoruz…
Bir sonraki yazıda, dijital çağda sanatçının ruhunun nerede başlayıp nerede sona erdiğini sorgulayacağız.
“Ben Çektim Ama Ben Değilim”
Gür Gürelli
Ağustos 2025
Balıkesir’de yaşayan Türk fotoğraf sanatçısı Gür Gürelli’nin çalışmaları portre, insan hikayeleri ve insanlar ile çevreleri arasındaki dinamik etkileşime dayanıyor. 1968’de İstanbul’da doğan Gurelli’nin fotoğraf tutkusu, küçük yaşlarda babasının çok sevdiği 1954 model Kodak Retina fotoğraf makinesiyle ateşlendi ve bu, onu yaşam boyu sürecek yaratıcı bir yola sokan biçimlendirici bir etki oldu.
İşletme mezunu olmasına rağmen, sanatsal arayışları onu Fotoğrafçılık ve Kamera Operasyonu alanında uzmanlaşmaya yöneltti. O zamandan beri, kimlik, duygu, seyahat anlatıları ve günlük yaşamın sessiz güzelliğini araştıran çeşitli çalışmaları oldu. Makro fotoğrafçılık da yaratıcı sürecinde özel bir yer tutuyor ve detay ve hassasiyete yönelik gözünü yansıtıyor.
Ödüllü bir fotoğrafçı olan Gurelli, 39 ülkedeki prestijli yarışmalarda takdir görmüştür. FIAP, PSA, TFSF, SSS, APS, CPE ve SSP dahil olmak üzere birçok saygın kuruluşun üyesi olarak küresel fotoğrafçılık topluluğuna aktif olarak katkıda bulunmaktadır.
Sanatsal pratiğinin yanı sıra, deneyimlerini ve teknik bilgisini atölye çalışmaları ve dersler aracılığıyla paylaşarak başkalarının kendi görsel seslerini keşfetmelerine ve geliştirmelerine yardımcı oluyor.
Fotoğraf makinanıza taktığınız sadece bir film değil… Bir his. Bir renk. Bir an. Ve bir…
OM System Live ND özelliği, fotoğrafçılığa yeni bir boyut kazandırıyor. Uzun pozlama efektlerini gerçek zamanlı…
Hangi kamerayı ve hangi tekniği kullanırsanız kullanın; fotoğraf hayal kurma, düşünme, görme, hissetmenin bileşkesi eşliğinde…
1977 yılında fotoğrafa başladı. Ankara Çankaya Belediyesi Basın ve Yayın Müdürlüğü’nde belediye foto muhabiri, Başbakanlık…
Üzerinden “çok uzun” diyemeyeceğimiz bir zaman geçti. Hatırlarsınız, “Analog Fotoğrafçılık ve Film Kullanmak” yazımızda gelinen…
Bu yazı Arkaplan Sanat Dergisi için (Yazı ilk olarak ArkaPlanSanat Dergisinin 38. Sayısı (Ağustos-Eylül 2025)…