BLOG

Özcan Yaman’ın Fotograflarındaki Sosyoloji

Fotograf deyip geçmeyin, herhangi bir fotograf sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, sosyo-politik, psiko-sosyal vaziyete ve diğer alanlara ilişkin çok değerli ipuçları barındırabilir. Hiçbir fotoğrafı, sıradan fotoğraftır diye çöpe atmayın. En sıradan fotograf bile, kaydedildiği zamandan birkaç on yıl sonra sıradışı bir nitelik kazanabilir.

Söylediğimizin anlam kazanması ve tespitimizin teyidi için usta fotografçı Özcan Yaman tarafından 1978-1982 yılları arasında film yüzeyine kaydedilmiş fotografik görüntülere başvuracağız. O görseller içinden bir seçki paylaşıp, bizde bıraktığı duygusal ve düşünsel etkiyi dillendirebilirsek, meramımızı kısmen anlatmış oluruz.

Hem içerik, hem teknik bakımdan son derece naif görünen, dilsiz izlenimi bırakan, herhangi bir sanat ortamında paylaşılsa dikkate alınması mucize olan bu gibi fotoğraflar yıllandıkça, daha ilk cümlede ifade ettiğimiz üzere düşünülemeyecek kadar çok sözü olan değerli fotograflara dönüşürler.

Bu naif görseller, memleketin en büyük metropolü olan İstanbul’un çeperindeki gecekondularda, kent varoşlarında yaşam mücadelesi veren toplumun en alt iktisadi ve sosyal katmanlarının sıkıntılarını ve aynı zamanda kültürel vaziyetini de anlatan görsellerdir. Sayın Yaman’ın hayatını kazanmak için ticari olarak fotograf çektiği (bu fotograflar özelinde ‘çektiği’ demenin hiçbir sakıncası yoktur), kendi tabiriyle “mahallenin fotografçı abisi” olduğu zamanlara ait görüntülerdir.

Kendileri de teslim ederler, sözünü ettiğimiz fotoğrafların hiçbir plastik/estetik değeri yoktur. Fakat öyle olması bu fotoğrafları değersiz kılmıyor. Hatta bu fotograflar estetik kaygılarla hazırlansaydı, muhtemelen şu anda hiçbir kıymeti olmayacaktı. Kanaatimiz odur ki, görüntüler kaydedilirken herhangi bir estetik kaygının güdülmemiş olması, fotoğrafların değerli ve anlamlı olmasını sağlamıştır. Bazı durumlarda estetik kaygı güdülerek fotograf yapılması önemli iken, bazı durumlarda tam tersine hiçbir estetik kaygı gütmeden görüntü kaydetmenin önemli olduğu unutulmamalı.

Özcan Yaman’ın bu görüntüleri kaydederken çeşitli düzenlemeler yapmamış olması, özel ışıklandırma derdine düşmemiş olması, insanları kendilerinin istediği gibi, yani olduğu gibi naif halleriyle kaydetmiş olması tam isabettir. Bunu bilerek mi tercih ettikleri, yoksa o zamanlar sanat, estetik vb konularda donanımlı olmadıkları, yani kendileri de fotograf alanında naif oldukları için mi böyle bir sonuca yol açtıkları meselesine girmeyeceğiz, öyle sorular sormayacağız, çünkü buna ihtiyaç yok. Elimizde, bize çok şey söyleyen, çok şey anlatan bir dizi anlamlı fotograf var.

Kaydedildikleri dönem böyle fotografların, başka bir toplumsal statüye sahip insan için hiçbir değeri olmayabilir. Fakat kuşku yok ki fotografa konu insanlar için her biri çok değerliydi. O yüzden en güzel esvaplarını giyip kameranın karşısına geçtiler ve olmak istedikleri gibi görünmeye çalıştılar. Bir tek kıyafetle senelerce idare eden, ayakkabıları tamir edilemez duruma gelinceye dek giyen, neredeyse karın tokluğuna yaşayan, başını sokacak bir gecekondu için çırpınıp duran insanların vaziyetini gösteren çok değerli belgelerdir bu fotograflar.

“Tarlasını tapanını, bağını bostanını, köyünü, evini barkını bırakıp büyük şehirlere göç etmeselerdi. Neden kendilerini sefalete mahkûm ettiler?” hükmü, hükümsüzdür. Önünü, ardını düşünmeden düz bir mantıkla meselelere yaklaşan herkes üç aşağı beş yukarı benzer hallerde de benzer eleştiriler (‘kötülemeler’ demek daha doğru) geliştirirler. Esasen eleştiri de değil, kalıplaşmış tavırlardır bunlar. Köyünde bağı bostanı, tarlası tapanı, malı mülkü olan insanın böyle bir ahmaklığı yapabileceğini düşünmek abestir. Oysa göç nedeni çok basit ve nettir: Geçimini sağlayacak maldan mülkten veya topraktan mahrum olan insanlardır bunlar. Elbette istisnai durumlar vardır, ancak temel neden budur. Kendileri dehşet bir yoksulluk içinde büyüyen insanlar, kendilerinden doğan çocuklar aynı sıkıntıyı yaşamasın, okuyup adam olsun diye köylerini terk edip kentlerin çevresine doluşmuşlardır. Kapıcılık, çöpçülük, hamallık, amelelik ve diğer bütün zor işlerde çalışan da onlardır. Sanayileşme derdinde olan ülke fabrikalarda, maden ocaklarında, inşaatlarda ve başka alanlarda böyle dalsız budaksız insanlara ihtiyaç duyuyordu zaten. Mesele bu kadar basittir. Kimseyi aşağılamak, suçlamak doğru değildir. Empati, empati diye veryansın ederken, böyle hallerde empatiye yer vermemek üzücüdür, düşündürücüdür.

Fotograflara bakınca seziyor, hissediyor insan. Arabesk ustalarının acı feryatlarını dinliyordu dertli dertli bir kısmı, halk müziğine vurgundu diğerleri. Davul zurna sesiyle coşup dans ediyordu hepsi düğünlerde. İki arada bir derede kalmışlardı. Ne köylülerdi artık, ne de kentli. Yeşilçam yıldızlarına özeniyordu kimi, sahnede mikrofona sesinin bütün gücüyle bağırıp şarkı söylemeyi hayal ediyordu kimi de. Yıldız olmak ne kadar da güzeldi. Boy boy afişler, güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar. Lüks evler, arabalar. Şık giysiler, mis gibi yemekler. Ve hayranlar; alkış, alkış, alkış. Onların arasında yer alma düşü kurmayacak kadar hayatı kavrayanlar da okuyup mühendis, doktor, öğretmen olmak için çabalıyordu. Ve kimi pazarcı, kimi marangoz, kimi döküm işçisi, kimi tamirci çırağı, kimi sürücü, kimi odacı binlerce başka insan.

Şehir hayatı bir başka; köye hiç benzemez. Gelini ata bindirme adeti yok burada, otomobil lazım. Geleneksel üç etek, rengârenk kutnu kumaş, ipek örtü de yok burada. Beyaz gelinlik lazım, kravatlı takım elbise lazım. Kuaför ister burası, topuklu ayakkabı ister. Ayrıca televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi lazım. Çocuklar muhakkak okumalı. Okuyamayan, çırak olacaktır çaresiz. Mümkün olduğu kadar az çocuk. Yoksa bakmak mümkün değil. Kaygılar bitmek bilmez. İki ayak bir pabuçta binbir dert ile boğuşarak ömür törpülenir. Sonra hastalık, yaşlılık vs.

Şehirli gibi giyinmek, gezmek ister genç kızlar. Azarlanırlar, dedikodu çıkar endişesiyle kısıtlandıkça kısıtlanırlar. Bu da kaçak göçek davranmaya yol açar. Yoldan çıkar kimi, kimi de ya okur içinde yer aldığı kesimin ciddiye alıp saygı göstereceği türden bir meslek sahibi olur ya da fabrikalarda çalışıp usta, ömrü yeterse ustabaşı olur.

Bir baltaya sap olamayan da, ehliyetli insan da ürer bu ortamda. Çar çakal da çıkar, çeşitli ideallerle donanmış çalışkan, erdemli, emeğiyle yaşayan insan da. Sınıf atlamak derdine olan da, mensubu olduğu toplumsal kesimin dertleriyle dertlenen de çıkar. “Dört Fakülte” diye üstüne basa basa kent kültürü almış olmanın temel kriterini ifade eden entelektüel birey, bunun dört nesil fakülte bitirmiş olmak anlamına geldiğini daha açık bir dille ifade ettiği gün, kent varoşlarına sığınan yoksulların kentlileşmesinin, neredeyse bir asırlık zaman dilimine yayılan bir sürecin sonunda ancak mümkün olacağı daha kolay anlaşılır.

Her kuşak yeniden uyanır, iktisadi ve sosyal bakımdan üst kesimlere özenir, çalışır çabalar, dönüşür. Kent dokusu kadar, hatta daha fazla medya etkilidir, değişimde dönüşümde. Biraz ileriye, biraz geriye düşe kalka yeni bir kentli kuşak yetişir böylece. Başka bir kentli kuşaktır bu. Kent de dönüşür çünkü. Dünya da dönüşmektedir.

Kıyafetler çoğalır, ayakkabılar çifter çifter. Bir de eski araba. Yıka ha yıka. Arabanın karşısında eriyip gidecek adamcağız. O kadar istemiştir ki bir araba alıp yazın köye arabayla gitmeyi. Otomobil sözcüğü karışıktır, telaffuzu hataya yol açar. ‘Araba’dan anladığı ‘at arabası’dır. ‘Taksi’ der. Bu tabirin ticari araca mahsus olduğunu bilmez çünkü. Öyle bir taksidir işte en büyük rüyası, büyük oyuncu İlyas Salman’ın “Sarı Mersedes”i (Bal Kız) gibi tutkuyla. Soba borusu çırpmak, kömür taşımak, kül atmak gibi dertlerden kurtulmanın sevinci de yaşanır sonraki kuşaklarda. Kaloriferli ev konforuna en nihayet kavuşulur. Mamafih bıçkın delikanlıların, alımlı çalımlı genç kızların star olma rüyası da sönümlenir; annelerinin durumundan hallice ev kadınlığı, babalarının durumundan hallice aile reisliği kaderidir onların. Sürekli iç çekme, ah ile vah etme hali tüketir pek çok ömrü.

Hayat dediğiniz ah-u zâr ile geçen üç günlük ömür. Geldi geçti, geldi geçti, geldi geçti kuşaklar. Kente ilk kimin geldiği, şimdi kimin olduğu belli değil artık. Açık olan şu ki, en düşük seviye olarak nitelenen bu iktisadi, sosyal ve kültürel ortam hayatın çeşitli alanlarına önemli şahsiyetler arz etti. Memurlar, teknik elemanlar, yöneticiler, iş insanları, eğitim-öğretim kadroları yetişti oradan. Avrupa’ya göç etti kimi, kimi de hiç bir koşulda vazgeçmedi yaşadığı topraklardan.

Kimin elinin altında şans eseri aile yadigârı bir fotograf albümü varsa, bağı ne kadar kopmuş olursa olsun, birkaç kuşak önceki çilekeş aile büyüklerinin ne kentli olabilmiş, ne köylü kalabilmiş iğreti ve mahzun haline bakıp geçmişi yâd ediyordur şimdi. Şiir yazıyordur biri, öykü veya roman yazıyordur başkası, o fotoğraflardaki görünümlere sinmiş hayatı derinden hissederek. Çocuğuna gösteren vardır belki fotoğrafları, yitirdiklerinin hüznü içinde: “Bu babaannen, bu da deden. Şu sarışın kız halan, siyah önlüklü ufaklık da benim.”

Hayatın içinde, olağan akışta kaydedilen en naif fotograf, çoğu kez en kıymetli fotograftır.

Saygıyla,

Tekin Ertuğ

İlk gençlik yıllarında amatör olarak uzun süre resim ve karikatür yaptı, edebiyat dünyasına yakın durdu. Üniversite sonrası amatör olarak Halk Müziği ve Kültürü konusuna eğildi. 90’lı yılların başlarında amatör olarak fotografa başladı. Resmi ve Özel Kurum ve Kuruluşlarda Temel Fotoğraf Eğitimi Seminerleri ve İleri Düzey Fotograf Seminerleri verdi, Atölyeler gerçekleştirdi. Basılı ve sanal ortamda Felsefe, Yazın ve Fotograf dergilerinde fotografa ve sinemaya dair yazıları yayınlandı. Sinemaya, edebiyata, müziğe, fotografa ilişkin okumalarını sürdürmekte, çeşitli metinler kaleme almakta, denemeler ve/ya eleştirel denemelerle yazı serüveni devam etmektedir.Ulusal ve uluslararası fotograf yarışmalarında jüri üyesi oldu, çeşitli platformlarda gösteriler ve söyleşiler gerçekleştirdi, panelist oldu, çalıştaylarda bildiri sundu.Fotografın farklı kulvarlarındaki usta fotografçılarla bir dizi söyleşi/röportaj gerçekleştirmek suretiyle onların yaşam öykülerini, fotograf serüvenlerini, duygu ve düşünce dünyalarını kitaplaştırıp sonraki kuşaklara aktarmaya çalıştı. Kitapları: “Fotograf Sanatı Üzerine” 4 cilt. “Fotoğraf Ustaları” 10 cilt “Işıkla Resmedenler” 16 cilt “Handan Tunç ile Sanat (Özelde Fotograf) Üzerine Söyleşi “Kan Çiçekleri” (Ressam Hikmet Çetinkaya’nın otobiyografisi) “Sicim” (Ressam Ahmet Yeşil’in biyografisi) “Bir Lisan-ı Münasip Foto-Graf” “Dikensiz Kirpi” (Eleştirel Deneme) “Köhne Bahar” (Roman) “Demir Çıra” (Öykü) “Kırık Köşe Taşları” (Öykü) "Foto İntelijansiya" "Fotoloji / Fotologya"

Paylaş
Yazar:
Tekin Ertuğ
Etiketler: Sanat ve Sanatçı
  • yakın zamanda gönderilenler

    Godox AD100 Pro

    Teşekkürler Godox, beni yüklerden kurtardın. Söylenecek çok fazla söz kalmadı. Şimdi AD100 Pro fotoğraf makinası…

    % gün önce

    Dalaman 3’üncü Kitap Günleri

    Bu günleri özgür ve bağımsız yaşayabilmemizi sağlayan tüm şehitlerimizi rahmetle anıp hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.…

    % gün önce

    Bir Post-30 Ağustos Yazısı…

    “Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki 20. yüzyılın dâhisi Türklere nasip oldu…

    % gün önce

    Analog Fotoğrafçılık ve Film Kullanmak

    Böyle bir bölümü iki üç kişinin sürüklemesini beklemek biraz hayal olmaz mı? Dolayısıyla siz sevgili…

    % gün önce

    Sanat makinelere bırakılırsa

    Bugün birçok fotoğrafçı, AI ile işlenmiş kareleri kendi üretimiymiş gibi sunuyor. Ama şu soruyu nadiren…

    % gün önce

    Bu Fotoğraf Kimin?

    Bir film izlediğinizde, akılda başrol oyuncusu kalabilir.Ama o film bittiğinde mutlaka jenerik akar.Çünkü sanat, çoğu…

    % gün önce