Zaman kendi halinde akıp giderken insanların karşılaşmaları ve bazı anları, dönemleri birlikte paylaşmaları kabul edilebilir durumdur. Buna kader de diyebiliriz. Zaman çizgimiz başkalarınınki ile kesişir ve bir süre birlikte gider. Bu durumun ortaya çıkmasında ortak şeylerin elbette önemi vardır. Ancak öte yanda kendi hayatımızın belli döneminde yaşananlar zaman farkına rağmen bir araya gelmeyi başarır. İlginç olan da budur. Bu zaman farkı anıları değişime uğratarak insanı yanılsamaya uğratma gibi bir etkisi vardır. Bazı şeyler gerçekten oldu mu yoksa zihnimin oyunu mu diye tereddütte düştüğümüz olur. Ancak bunun bir önemi kalmamıştır. Hayal gücümüz boşlukları doldurarak hatırladıklarımızı uç uca eklemeye başlar.
Bütün olup bitenleri ne yazık ki olaylar akarken anlamlandırmak oldukça zordur. Bazı göstergeler sayesinde olayların ilişkisi yavaş yavaş kurulur. Her göstergede zihin olup bitenleri tekrar ve tekrar ele alıp yeniden kurgular. Bazen içine daha çok gerçek bazen de daha çok hayal katarak yapabilir bunu. Olaylar zincirinin bittiğini sandığınız anda gelecekte başka olayların eklenip eklenmeyeceği bir muammadır. Bu olaylar sizin hayatınız olsa da normal hayatınızın akışına paralel sanki başka bir alemde geçiyormuş gibi sürer gider.
Yemek molasına çıkmak üzereyken yan masada oturan Taiwan’lı arkadaşım Huang;
diye sorunca zaten yapacak bir şeyi olmayan ben bu teklife balıklama atlayıp;
deyiverdim.
dedi.
İş hayatımın kısa bir döneminde Taipei-Taiwan’da bir fabrikada çalışma şansını yakalamıştım. Gördüğüm, tattığım her şeyin farklı ve ilginç geldiği bir dönemdi. Huang ile birlikte çalıştığım ancak sosyal olarak da genel müdür tarafından bana sosyal mihmandarlık yapan ilginç biriydi. Birgün elindeki sorduğumda Japonca ders kitabı olduğunu söylediğinde;
diye sorunca aldığım cevap;
şeklinde olmuştu. Ben de zaman kaybetmeden bir özel öğretmen bulup Çince ders almaya başlamıştım. İşin yoğun temposundan Huang’ın böyle yaratıcı ve değişik etkinlikleri ile uzaklaşıp rahatlıyorduk.
Taipei’de yaşadığım süreye göre hala bana karmaşık gelen yollar bitip arabayı park ettikten sonra etrafta artık Taipei’nin modern yapıları yerine tek katlı ahşap bazıları kırık dökük ev ve dükkanların karışık yer aldığı sokaklarda yürüyorduk.
Ev tarzı binalar azalmaya başlarken ahşap, kimi kapalı kimi açık dükkanların artmaya başladığı yola saptık. Dükkanlar bizde arastalarda yer alanlara benziyordu. Tahta kepenkleri yukarı kaldırılmış bir çengele tutturulmuş önünde yarısı dükkanın dışına taşan yine tahta bir tezgâh. Tezgâhın hemen arkasında yüksekçe bir yerde olduğu aşikâr olan satıcı. Yan yana olan dükkanlardaki satıcıların sesleri birbirine karışıyordu. Dükkanların önlerine birlikmiş Çinliler bakınıp duruyordu.
Sokakta envai çeşit koku birbirine karışmış havada dolaşıyor, koyu, az ve sarı ışık veren fenerlerin aydınlatması altında sise benzer bir duman dükkan önlerindeki adamların sigara dumanıyla ürkütücü bir atmosfer oluşturuyordu. Bir farklı aleme geçiş yapmıştık sanki. Her şey hayal ürünü gibiydi. Bu ürkütücü durumdan çıkabilmek için gerçek dünyam ile bağlantı olabilecek bir şeyler bakınmaya başladım. Nedense tezgahlar çok parlak beyaz ışıkla aydınlatılıyordu.
Birbirimize seslenirken adlarımızın arkasına Japonca “san” eklerdik. Bu bir nevi “bey” anlamına gelse de aslında karşındakine verilen değerin ifadesiydi. Huangsan da bana Atillasan derdi.
Kısa ve kesin bir cevaptı.
Yine kısa bir cevap;
Tezgahlardan en yakın olduğumuza yaklaşmak üzere kalabalığı yarma çabası ile yürümeye başladım. Aralarındaki yabancıyı gören Çinliler şaşkınlık içinde beni süzerken gönülsüz bir şekilde yol vermeye başladılar.
Gerçeklikle kurduğum bağlantı tezgâhta bağırıp duran adamın elindeki çok keskin olduğu uzaktan bile anlaşılabilen ve tezgâhın ışığında kamaşan bıçaktı. Kalabalık bile bir masaldan çıkıp gelmiş gibiydi.
Tezgahtaki adam elini kutunun içine attı ve kafasına yakın bir yerden yakaladığı yılanı havaya kaldırıp nefes almadan konuşmaya başladı. Kalabalıktan laf yetiştirmeye çalışanlar vardı. Bir süre sonra altı kişi öne çıktı ve ceplerinden çıkardıkları paraları tezgâhın üstüne koydu.
Adam büyük bir ustalıkla elindeki yılanın başını bir ipe geçirip tezgâhta bir barfiks demirine benzeyen çubuğa diğer ölü ve hareketsiz duran yılanların yanına astı. Bir cerrah titizliği ile bıçağı debelenen yılanın üstünde izlenemeyecek kadar hızla hareket ettirdi. Yılanın kanı kuyruğuna doğru süzülerek altındaki sürahi içine akmaya başladı. Çırpınan yılan kısa bir süre sonra kardeşleri gibi hareketsiz kaldı.
Adam ritüel gibi plazmayı ayırdı ve üzerinde yılan motifleri olan altı tane likör kadehine paylaştırdı. Üzerine kanı paylaştırarak elindeki çubuklarla iyice karıştırdı. Tezgâhın önünde bekleyen altı kişi bir dikişte içti ve arkalarını dönüp kalabalıktan uzaklaştılar. Ne yapacağımı bilemez halde donup kalmıştım. Adam gülerek bana bakıp bir şeyler söylemeye başladı. Arkadan biri beni çekti. Huangsan’dı. Biraz geride ellerimi dizime dayayıp yere doğru eğilerek kendime gelmeye çalışıyordum.
Huangsan, sanırım birlikte tecrübe ettiğimiz tatları anımsayarak;
İzlediklerim filmlerin haricinde gördüğüm en acımasız sahnelerdi. Yılanın çırpınışı çok ama çok üzücü ötesi bir şeydi. Aklımdan deli düşünceler geçmeye başladı.
Ve devam ettim; biz de de yılanların insanlara kin tuttuğuna ve bir gün öç almaya geleceklerine dair anlatılan efsaneler var. Bu adama bazı şeyler sormak istiyorum. Tercüme eder misin?
Huangsan şaşkın bir şekilde yüzüme bakmaya başladı. Sanırım adama bunları sormayı saçma buluyordu. Israr ettim. Adama yaklaştı ve kısık sesle konuşmaya başladılar. Huangsan konuştukça adamın yüzü kararmaya başladı ve bir süre de o konuştu. Huangsan yanıma geldi;
Huangsan çok şaşırmıştı. Adam bulunduğu yerden beni süzüyordu. Rahatsızlık duymaya başladım ve;
Dedim. Huangsan gitmeye dünden hazırdı. Adamın Huangsan’a anlattıkları bana hiç tuhaf gelmemişti. Vietnamlı denizcilere indikleri limanlarda köpeklerin havlayarak saldırdıklarını duymuştum. Demek ki benzer bir tepki de yılanlar için vardı. Acaba bu saçma iksir dedikleri içme töreni ne zaman başlamıştı? Antik Yunan efsanelerinde yılanların şifa dağıtıcı olarak anlatıldığını okumuştum. Yoksa tıp sembolü niye yılan olsun ki? Bizde Şahmaran kendini sevdiği bir insan için feda etmiyor mu? Yoksa yılanların düşmanlığı bu yılan pazarlarından mı dünyaya yayıldı?
>>> Devam edecek… İkinci bölüme geçebilirsiniz.
Taipei günlerim sona ermişti. Bir daha yılan pazarına gidememiştim. Onların katledilişini tekrar görmeye içim elvermemişti. Döneceğim için Huangsan üzgündü. Bir ara lafını “iksiri içse miydin acaba?” ya kadar getirdi. Acı acı gülümsedim;
diyerek kestirip attım. Konuşmak istemiyordum. Döndükten sonra uzun bir süre Huangsan ile haberleştik. Ancak zamanla aramızdaki bağ zayıfladı ve haberleşmemiz durdu. İkimiz de her insan gibi kendi zamanımızı yaşamaya dönmüştük.
İzmir’deki arkadaş grubumuzda artık Uzakdoğu görmüş yaşamış biri olarak havam bin basıyor ben de kurum kurum kuruluyordum. Ne de olsa artık bir Uzakdoğu uzmanıydım onlara göre. Bir araya geldiğimizde akla hayale gelmeyecek sorulara muhatap oluyordum. Ben de -laf aramızda kalsın- bazen yazdırıp yazdırıp anlatıyordum. Kim bilir belki de yazdırdığımı bilmelerine rağmen hoşlarına gidiyordu dinlemek. Bir nevi Binbir Gece Masalları’nın başka bir versiyonu. Bir toplantıda “seni şoka sokan bir olay yok mu? Varsa onu anlat da biz de şoka girelim” diye şakayla karışık bir laf atıldı. İşte o zaman ballandıra ballandıra Yılan Pazarı” nı anlattım. Hikâye bittiğinde hepsi şoktaydı. Arkadaşımın istediği olmuştu. Benim çocukluktan gelen yakınlığımla iyi gözlemleyebildiğim Cemal’in yüzünde ise şoktan ziyade üzüntü ve şaşkınlık karışımı bir ifade vardı. Düşünün bir kere, hikâye anlatıcısı olarak herkesin takdirine şayan kalmışken ve egom tavanlara doğru giderken bile bunu fark edebiliyordum. Toplandığımız pastane-kafe ortamından evlere dağılırken Cemal yanıma yaklaştı.
dedi. Daha yeni toplanmıştık. Neden aramadan…
dedim.
Cemal’in oturduğu ev Üçkuyular vapur iskelesinin arkasındaki yamaçta körfeze bakan bir konumdaydı.
İlk defa gidecektim. Onu aldıktan sonra yakın bir alışveriş merkezinde gider vakit geçiririz diye aklımdan geçiriyordum. Kapıyı çaldım. Açtı.
Bu ısrarın arkasından gelecek şeyin olduğu belliydi. İçeri girdim. Sıkıntılı görünüyordu.
Devam etti.
Şaşırma sırası bendeydi. Böyle bir şey beklemiyordum. Zaten birbirimizin özel şeylerini başkaları ile paylaşmak gibi bir huyumuz yoktu. Ancak görünen o ki bu çok daha farklı bir şeydi. Cemal’in rahatsızlığı yüzünden belliydi. Çok düşünmeden;
Cemal, duvara asılı üzeri el işi olan ipek çanta içinden Kur’an-ı Kerim’i çıkardı;
Birbirimize bakmıyorduk. İkimiz de gözlerimizi kutsal kitaba dikmiştik. Cemal;
Rahatlamıştı.
Diyerek banyoya doğru yürümeye başladı. Takip ettim. Banyonun kapısını açtı. Ardından küveti örten perdeyi çekti. Kıpırdayamaz oldum. Dondum kaldım. Gördüğüm inanılmazdı. Küvette kıvrılmış yatan gövdesinde kahverengimtırak ve boynunun etrafında maviye ve yeşile dönen parlak pulları olan yaklaşık boyu bir buçuk metreden biraz fazla olan bir yılan vardı. Hem de bir apartman katının beşinci katında… Hala kımıldayamıyordum. Cemal tepkimi ve ne yapacağımı anlamaya çalışıyordu. Yılan başını bize çevirdi, önce Cemal’e sonra bana baktı, bir miktar doğrularak başını benden yönde tutup gözlerini gözlerime dikti. Kilitlenmiş gibiydik ve gözlerimizi ayıramıyorduk. Rahatsız olduğu belliydi. Çıkardığı kesik kesik tıslama sesinde tedirginlik hissediliyordu. Cemal’de tedirgindi. Yılana;
dedi ve yılan başını Cemal’e çevirdi. Anladığı için mi çevirmişti yoksa sesin geldiği yöne mi dönmüştü? Bunu söylemek zor. Şimdi ben ikisini izliyordum. Bu bir rüya olabilirdi ya da film sahnesi olabilirdi. Ama değildi ve bunu yaşıyorduk. Cemal çok sakin ve sevecen bir sesle yılanla konuşmaya başladı;
Sözleri bitince Cemal derin bir nefes aldı. Bu arada yılan başını çevirip bana göz attı ve tekrar Cemal’e döndü. Sanki -bana öyle gelmiş olabilir- başını hafifçe eğerek söylenenleri anladığını gösterdi tıslaması artık rahatlamış gibiydi. Bu görüntüsü Cemal’i de rahatlattı. Bana döndü ve;
Neydi bu? Bir ayinde kabul töreni miydi? Hele okşamak… Bu yapabileceğim bir şey değildi. Tereddüttümü çok açık bir şekilde ortaya koyuyordum. Cemal elimi yakaladı, avcumu yukarı çevirerek küvete yaklaştırırken tepki dahi veremiyordum. Yılan başını avcumun içine yatırdı. Sanki gözlerinde bir gülümseme vardı. Yüzümden ter akıyordu. Sırtım terlemişti. Bütün bu yaşananlar benim için hala bir rüya hatta gerçek ötesiydi ama yaşanmıştı.
Sanki bende yürüyecek hal kalmıştı da dışarı çıkacaktık.
Salona geçip oturduk. Aslında ben koltuğa gömülmüştüm. Hala gördüklerimi ve olanları sindirmeye çalışıyordum.
Cemal kalktı, büfeden kadehlere içki koydu. Yanıma geldi ve kadehi uzattı. İçkinin kokusunu daha iyi hissetmek için kadehi burnuma yaklaştırdım;
Cemal duramadı;
Bir süre sessiz bir şekilde Karşıyaka vapurlarını seyrettik. Kadehin dibi göründüğünde nispeten kendime geliyor gibiydim.
Aslında gördüklerimin üstüne Cemal’in anlatacağı çok bir şey yoktu. Ben yurtdışındayken olmuş. Israrlar sormama rağmen sürekli “böyle olması gerekiyordu aldım işte” diyerek olayın başlangıcını geçiştiriyordu. Yeminime rağmen bunu açıklamayacağı belliydi ve sormaya devam etmenin anlamı da yoktu. Anne ve babası da biliyormuş. Onlar da duyunca şaşkınlıkla karşılamışlar. Ancak benim gibi bir araya getirmemiş.
diye sorduğumda;
diyerek kaderci bir cevap verdi. Ancak sürekli;
diye eski günlerdeki iğnesi takılmış plak gibi tekrar tekrar söyleyip duruyordu.
Bu durum arkadaş grubumuzla olan ilişkimizi de etkilemişti. Artık grup toplantılarına katılmaz olmuştuk. Ben her fırsatta Cemal’in evine gidiyordum. Genelde evde önce banyodaki küvetin yanına gidip zaman geçirdikten sonra salona geçip oturuyorduk. Yanımda süt getiriyor, ılıştırıp veriyordum. Bundan çok hoşlandığını dans hareketleri ile belli ediyordu. Küvetten çıkıp ayaklarımız arasında kısa gezintiler yaparken kucağımdan sürünerek geçmesi koluma dolanması eğlencesiydi. Elimde bir fincan bir bardak gördüğünde gelip başını uzatıp koklamadan edemiyordu. Bir keresinde kadehe başını uzattığında;
diye sordum. Sanki anlayacaktı. Anladı ama. Dilini uzatıp viskiye değdirdiği anda inanılmaz bir hızla fırlayıp koltuğun altına kaçtı. Bir gülmekten katılıyoruz. O da koltuk altından şaşkın şakın bizi seyrediyordu. Çıkaramadık bir türlü. En sonunda bir tas ılık sütü koltuğun önüne getirip koyduğumuzda ikna oldu.
Tuhaf bir şekilde artık olanları doğal karşılamaya başlamıştım. Eğer tuvaleti kullanacaksam önce beni görmezden geliyor sonra bakmaya devam ediyor kalkarken yine görmezden gelecek şekilde başını başka yöne çeviriyordu. Aramızdaki ilişki sakin bir şekilde devam ediyordu. Cemal’de bu durumdan memnundu.
>>> Devam edecek… Üçüncü bölüme geçebilirsiniz.
Vakit öğlene yaklaşmaktaydı. Elimde torba, içinde süt kapıyı çaldım. Çok beklemeden açıldı. Şaşırmıştım;
diye sorarken kapıyı açan bir yetmiş boylarında siyah parlak saçları omzuna dökülen hafif çekik gözlü buğday tenli kız gülümseyerek;
Şaşkınlığım devam ediyordu. Daha önce karşılaşmamıştık. Arkadaş grubumuzdan da değildi. Üstelik evde sıra dışı bir durum varken ne arıyordu? Elmacık kemikleri doğulu izlemini veriyordu. Üzerinde kahverengi ayak bileklerine kadar uzanan şık bir kıyafet vardı. Kolye ve küpeleri göz alıcıydı. Dikkatlice süzdüğümü fark ettiğinde;
Bu sırada Cemal gülerek yanımıza yaklaştı;
Şaşırma modundan çıkmamı engelleyen olaylar sözler arka arkaya geliyordu. İçeri geçip oturduk. Hoş beşten sonra Gülşah;
Yine yüzümün şeklinin değiştiğini görünce;
diyerek beklemeden mutfağa yöneldi.
Cemal gülümseyerek;
Dayanamadım;
Cemal devam etti;
Adamın tasası beni tutmuştu. Tamam, böyle diyorsa böyledir.
Cemal umursamaz bir tavırla;
Söylediğim gibi tuhaf durumlar devam ediyordu ki Gülşah kahveyi getirdi. Kahve, ardından tuvalete gitmek üzere banyoya doğru yönelmişken Cemal;
Küfürler dilimin ucunda gezinmeye başladı, kendimi tuttum ve dediğini yaptım. Ancak neşem kaçmıştı. Bir ara Gülşah yine mutfağa gittiğinde dayanamayıp sordum;
Cemal bu sözlerimi ciddiye alarak adresi vermedi ama hızlıca tarif etti;
Ciddi olmayan lafımı ciddiye alıp cevap vermesine rağmen ciddi olmadığımı anladığını söylemeye çalışıyordu. Belki de gerektiğinde bir şekilde ailesine ulaşabilmem için yapıyordu bunu. Düşündüklerimi tam paylaşmak üzereyken Gülşah mutfaktan elindeki kadehlerle döndü. Birini bana uzatırken;
diyerek bana uzattı. Nereden biliyordu? Tabii cemal söylemişti… Artık buna şaşırmamayı öğrenmiştim.
Artık ziyaretlerimi seyrekleştirmiştim. Bazen Gülşah’la karşılaşıyor oturup sohbet ediyorduk. Bazen de eski günlerdeki önce banyoyu ziyaret, süt ziyafeti ile başlayan birlikteliğimiz sürüyordu. Ancak ilişkiler de eskisi gibi değildi. Cemal’in Gülşah’a olan ilgisi giderek artıyordu. Kıskanıyor muydum ne? Bu durumun Cemal’i de rahatsız ettiği halinden anlaşılıyordu. Hala söyleyemediği ya da söylemek istemediği bir şeyler kalmıştı. Eski neşemize dönmeyi ben de arzu ediyordum. Ama olamıyordu bir türlü. Bahar aylarının ortalarında Cemal’den değişik bir teklif geldi; ortam değişikliğinin iyi olacağı düşüncesi ile birlikte yani ben, o ve Gülşah ile tatile gitmek. Bir deniz kıyısında güneşin altında kumlara uzanmak ve önümüzde uzanan maviliği sessizce seyretmek. Evet bu iyi gelebilirdi. Peki, “o” ne olacaktı. Cemal çok rahat yeterli yiyecek bırakırsa birkaç gün kendi kendine idare edebileceğini söylüyordu. Çok aklıma yatmamıştı. Öte yandan tatil fikri cazipti. Gönlüm tatil tarafında onu arka plana atarak;
Çalkantılı sularda savrulan ince dallar gibiydik. Hepimiz öğrenciydik. Okumaya gelmiştik ama okumak birinci önceliğimiz olmaktan çıkıvermişti. Ülkenin çalkantılı hali bizi de savuruyordu. Hepimiz farklı şehirlerden gelip farklı üniversitelerin farklı fakültelerinde çaba sarf ediyorduk. Okumayı kenara koyup önce güven içinde olacağımız sığ, kuytu bir koy arıyorduk. Bul bulabilirsen. Bulduklarımızı da çalkalıyorlardı. Zor günlerdi… Bu çalkantılar zaman zaman ince dallar olan bizi grup yapıyor ya da yan yana getirebiliyordu.
İşte Burdur’dan hukuk okumaya gelen İbrahim böyle bir ortamda yan yana geldik. Üniversitelerimiz ayrı olsa da düşünce ve sosyal yapımız anlaşmamızı kolaylaştırıyordu. İbrahimlerin Burdur gölü kıyısında evleri varmış. Bir nevi yazlık. Beni davet edince tarihi belirledik ve gittim.
İnsuyu mağarası Burdur’a yaklaşık on iki on dört kilometre mesafede. İbrahim bahsedince mağaranın varlığını öğrenmiştim.
dedi.
İlk defa bir mağaraya giriyordum. Öncesinde girişine astıkları bir panodan mağara hakkında bilgileri okudum. 1952 yılında keşfedilip 1964 yılında turizme açılmış. Değişik zamanlarda keşiflere devam edilerek haritalaması yapılmış. Mevcut çizimlere bakınca bilinmeyen daha çok yeri olduğu anlaşılıyor. Yörenin jeolojik yapısına uygun olarak mağarada kireçtaşı (kalsiyum karbonatın farklı bir kristal formu) asırlar boyu görsel şölene dönen sarkıt ve dikitler oluşturmuş. Bunların sarı ışıkla aydınlatılması mağaradaki göllerin turkuaz mavisi ile inanılmaz bir görüntü oluşturuyor. İnsanı ürperten serinlikle birlikte farklı bir aleme doğru gezinti başlıyor.
Bu etkileyici atmosfer içinde gezi için yapılan tahta patika yoldan yürürken eğer durursanız sarkıtlardan bir soğuk damla su ensenizden girebilir. Bu mağaranın size “merhaba” ya da “hoş geldin” demesidir. Eğer bu damlalar birden fazlaysa mağara sizi ilgisiz bulmuş ürperterek kendisine çekmeye çalışıyor demektir.
Yürüyüş yolunun sonundaki seyir terası mağaranın içine doğru devam eden karanlığa doğru birbiriyle bağlantılı olan küçük göllerden akan su turkuaz maviliğini kaybederken şırıltısıyla bir yere döküldüğünü ve sonsuz ve bilinmez bir yeraltı dünyasına gittiği hissini veriyor.
Gülşah, arka koltuktan;
dedi tam Burdur çevre yolundan geçerken. Hayal meyal bazı görüntüler zihnimde belirirken;
dedim. Gülşah;
diye devamını getirdi. Bunu bir dilekten çok yerine getirilmesi gereken bir eylem olarak söylenmişti. Cemal’de bunun farkındaydı. Sadece dönüp yüzüme baktı. Bu “gidelim” işaretiydi. Burdur’u geçtikten bir süre sonra mağaranın tabelası karşımıza çıktı ve ben köy yoluna saptım. Mağaraya varmıştık.
Çevre ve girişinde üzerinden çok zaman geçmesine rağmen anımsadıklarıma göre çok dikkat çekici bir farklılık yoktu. Gülşah yerinde duramaz haldeydi. Cemal biletleri aldı ve mağaraya giriş yaptık. Aynı güzellik ve daha iyi bir ışıklandırma girişten itibaren farklı bir alemin hissini vermeye başlıyordu. Meraklı bakışlarla sarkıtları dikitleri, mağara duvarlarına vuran gölgelerinde bir şey görecekmiş gibi yürüyen Gülşah’ın hızına yetişmeye çalışıyorduk. Aralardaki seyir teraslarında kısa duruşlar yaparak gezinin son seyir terasına geldik. İşte ne olduysa burada oldu.
Karanlığın içinde kaybolan suyun şırıltısını dinlerken Gülşah benim ve Cemal’in arasında ve hepimiz sakin bir şekilde etrafa son bakışlarımızı yapıp geri dönmeye hazırlanıyorduk. Ki Gülşah huzursuz bir şekilde kıpırdanmaya, öne, seyir terasının göstermelik korkuluklarına doğru hamle yapar gibi oldu. Gayrı ihtiyari Cemal beline sarıldı. Gülşah artık Cemal’den kurtulmaya çalışırken bir yandan da;
diye gözlerinden süzülen yaşlarla inliyordu. Cemal’e yardım için ben de diğer taraftan Gülşah’ı tutmaya çalışıyordum. Cemal bir yandan;
diye bağırıyordu.
Gülşah’ın gücü giderek azaldı. Artık biz karşı koyamıyordu ve Cemal’in kollarında kendinden geçti.
dedi Cemal.
Tekrar ettirmeden arkamızdaki insanların şaşkın bakışları altında hızlıca mağaranın çıkışana yöneldik. Dışarıdaki banklara çöktüğümüzde ter içindeydik. Gülşah hala kendine gelememişti. Cemal;
dedi.
diye sorduğumda;
derken yüzüne çaresizlik ve korku ifadesi oturmuştu.
diye sıkıştırmaya devam ettim. Cevap veremedi. Arkadan sakin bir ses;
Gülşah arka koltuktan başımızı ikimizi arasına uzatıp sanki bir şey olmamış gibi tekrar;
Sinirlerime hâkim olamıyordum;
Gülşah;
Cemal sessizliğini koruyordu. Dayanamadım;
Gülşah sanki bir şey olmamış gibi;
diyerek sorumu kulak arkasına attı. Canım iyice sıkılmış ve tepem atmıştı. Benzin istasyonunda Gülşah bir litrelik sütü başına dikerken bir yandan gözleri bizdeydi. Biz de elimizde iki kahve ile kendimize gelmeye çalışıyorduk.
>>> Devam edecek… Dördüncü bölüme geçebilirsiniz.
diyerek Cemal lafa başladı.
Ve konuşmaya başladı. Konuştukça hem rahatladı hem de açıldı. Gülşah artık tüm dikkati ile bizi izliyordu. Cemal anlattıklarının yettiğine karar verince sustu ve arabaya döndük. Gülşah;
Cemal yavaşça başıyla bu sözleri onayladı. Gülşah anlatmaya devam etti;
Lafa;
diye girdim. Gülşah;
Tam burada yüz ifadesi donuklaştı ve devam etti;
Ya Hindistan’da, Fas’da eğlence aracı olarak bizden faydalanmalarına ne demeli? Bunu yapanları sokmamamızı, onlara saldırmamamızı kendi güçleri olarak görürler. Halbuki bizim insanla alıp veremediğimiz bir şey yok. Onlarda nefreti anlamamamız mümkün değil.
Direkt sordum;
Gülşah güldü ve devam etti;
Aklım iyice karışmıştı. Aklımdaki sorulara yetişemiyordum;
Yolumuz kalıyor ama anlatayım;
Şimdi Gülşah’ın mağaradaki çılgınca davranışı bir anlam kazanıyordu. Dayanamadım;
Başını öne eğdi ve biraz da utanarak;
Her türlü zulme rağmen yılanların insanlara bir nefreti yoktu. Gülşah bunu açıkça ifade etmişti.
Gülşah’ın dudaklarında acı bir gülümse belirdi. Gözleri süzülür gibi oldu;
Çok ama çok nazik bir yere parmak basmıştım. Gülşah her dediğinde haklıydı. Devam etti;
Derin bir nefes aldım. Duyduklarımı sindirmeye çalışıyordum. Gülşah’ın söyledikleri zihnimde yankılar yaparak tekrar edip duruyordu. Cemal kenarda çaresiz bir görünüm içinde dinliyordu.
Tekrar yola koyulduğumuzda Gülşah kıvrılıp uykuya daldı. Bu şekilde tatilin de keyfini çıkarmak zor olacaktı. İçimden söylene söylene Antalya’ya doğru yol alıyorduk. Cemal hala ağzını açıp tek kelime etmemişti.
Antalya’nın Beldibi ve devamındaki Kemer, Tekirova, Çıralı, Adrasan bölgesinin doğası farklıdır. Antik kentlerin büyük bir kısmının buralarda olmasının bir nedeni olmalı. Faselis (Phaselis) antik kenti görülmeye değer bir ören yeridir. Kumluca’da (Çıralı) Olimpos’un sönmeyen ateş efsanesi de bu yöreye aittir. Buraya Yanartaş derler. Sönmeyen bir ateş geçmişten gelen izleri sürdürmek için yanar da yanar… Likyalılar nereye yerleşeceklerini iyi biliyormuş. Çam ağaçları Tahtalı dağı ve Beydağlarının doruklarından başlayıp yayıla yayıla Antalya Fethiye yolunu atlayıp denize kavuşur. Yeşil ve mavi iç içe girmiştir. Biri nerede biter diğeri nerede başlar anlamakta zorlanırsınız. Bu yeşilin ve mavinin sizi davet ettiğini hisseder kendinizi huzur içinde kollarına bırakır gözlerinizi kapar Likyalıları hayal etmeye başlarsınız.
Beldibi’nde odaları çam ağaçlarının altındaki iki katlı binalarda olan tatil köyüne yerleştik. Hemen arkadaki dağlarda başlayan çam ormanı sahilde denizin uçsuz bucaksız mavisine kavuşuyordu. Kâh sahilde kâh havuzun kenarında güneşin altında vakit geçiriyorduk. Akşamları tatil köyünün düzenlediği eğlencelere katılıyorduk. Her şey yolunda gidiyor gibiydi. Sakin ama huzuru biraz kaçmış halde. Sayılı gün çabuk geçermiş. Kesinlikle. Kimsenin fikrini sormadan dönüş için Fethiye yoluna devam ettik. Kimse de ses çıkarmadı.
İşimin kaçınılmaz yanı olarak yine yurtdışı görevi verildi. Ancak bu sefer yön Uzakdoğu kadar uzak ve uzun değildi. Romanya’da iki hafta sürmesi planlanan bir sistem devreye almaydı. Bunu Cemal’le paylaştığımda yüzü asıldı ve;
diye sitemkâr lafları sıralamaya başladı.
Haklıydı. Çok istemesine rağmen bunu yapabilecek durumu yoktu. Bir yanında Gülşah diğer yanında “o” elini ayağını bağlıyordu.
Bizim iki haftalık görev süresi planlamacıların şaka olsun diye söylediklerine uygun hale geliverdi;
“Bir plan yaparken saatleri güne, günleri haftaya, haftayı aya ve ayları yıllara çevirerek devam et”
Evdeki hesap çarşıya uymamıştı ve yapacak bir şey yoktu. Cemal’le haberleşmemiz sürse de işin teslim süresi yaklaştığı son iki haftada tamamen kesintiye uğradı. Bunda dönüş zamanı yaklaştığı için umursamazlığımın etkisini kabul etmem gerek. Son hafta zaten gündüz ve gece birbirine girdi. Hep iş sona ermeye yakın problemler ve eksiklikler üst üste gelir.
Nihayet nisan ayının ikinci cuma akşamı gece yarısını geçe evden içeri girdiğimde yorgunluktan bitkin haldeydim. Sadece uyumak ve dinlenmek istiyordum. Bütün hafta sonum evde sırt üstü yatıp dinlenmekle geçti. Cemal’i aramak aklımdan geçse de çağırırsa kıramam giderim düşüncesiyle aramadım.
Haftanın ilk iki günü de rapor vermek ve işleri toparlamak uğraşlarıyla koşuşturma içinde geçti. Çarşamba günü biraz rahatlamış etrafı görecek hale gelmiştim. Cemal’i aramak yerine sürpriz bir ziyaret yapma fikri aklıma yerleşti. İş çıkışı direkt Cemal’in evine gittim. Zili çaldım. Açan yok. Kapı duvar. İçeride hayat belirtisi yok. İyice merak içinde telefonunu aramaya başladım. Üçüncü arayışta açıldı. Ancak gelen ses Cemal’in değildi. Kendimi tanıttım. Babasıymış.
Babası;
Yorgun ve dertli anlatmaya başladı. On gün önce Cemal’i aramışlar. Cevap vermemiş. Aramaya devam edip uzun bir süre cevap alamayınca babası kalkıp gelmiş. Cemal’in arabası kapının önünde duruyormuş. İyice meraklanmış ve korkmuş. Bu korkuyla eve girmiş. Telefon ve cüzdanı sehpanın üzerindeymiş. Kimlik, ehliyet, kredi kartları yerli yerinde iken hiç nakit para yokmuş. Evde her şey yerli yerindeymiş. Bu korkuyla polise gidip kayıp ihbarı yapmış. Ancak polis de yaptığı inceleme sonunda başladığı araştırmadan bir şey çıkmamış. Babasını “bir şey çıkarsa haber veririz” diye göndermişler. Adam neredeyse ağlayacak vaziyette bunları anlattı. Dayanamadım sordum;
diye devam ederken lafımı kesti;
Sormaya devam ettim;
Bu sefer babası şaşkınlık içinde;
Anlatmaya başladım;
Gittiğimiz Antalya tatilini detaylarıyla anlattım. Babasının bunlardan hiç haberi yoktu. Sesinden hissettiğim kafası iyice karışmış ve çıkmaza girmişti. Büyük bir üzüntü içindeydim. Ne söyleyeceğimiz ve ne yapacağımı bilmiyordum. Polisin araştırmasına yardımcı olabileceksem gidip konuşabileceğimi söyledim. Ancak söylediklerinden polisin bu olayı ancak kendilerine duyuru yaptıkları diğer şehirlerden bir haber geldiğinde ele alacaklarını anladım. İçim daralmaya başladı. Nefes almakta zorlanıyordum. Düşünemiyordum. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Yapacağım bir şey olursa aramalarını ve ilk fırsatta kendilerini ziyaret edeceğimi söyledim.
Günler neden her şey normalmiş gibi sürmeye devam eder? Etrafa baktığımda insanlar kendi zamanlarında yaşamaya devam ediyorlar. Herkesin bir meşgalesi var. Bir insan, sevdiğim bir arkadaşım kayboldu. Neden insanların bunda haberi yok? neden biri çıkıp “burada” diyemiyor? Biçare vaziyette eski grup arkadaşlarımla bir araya geldim. Onların da haberi benim vasıtamla oldu. Kendi gayretlerimizle ulaşabildiğimiz her sosyal çevrede araştırmaya başladık. Arada bir babasını Cemal’in telefonundan arayıp bilgi veriyordum. Bu numarayı aramak bende bir an Cemal’in sesini duyacağım umudunu yaşatıyordu. Ama bir türlü olmuyordu. Polisi de arayıp soruyordum. Bıktırmıştım onları da. En sonunda açık bir şekilde “aramamamı” söylediler. Yok yok yok. En ufak bir iz yok. Sanki yer yarıldı da içine girdi.
Zaman ilaç oluyor mu? Göz görmeyince gönül katlanabiliyor mu? Bu soruların cevabı kocaman bir “hayır”. Unutulmuş gibi görünse de Her şey bilinçaltının bir köşesine yerleşip ara sıra seni sıkıştırmak için keyfine bakıp uygun anı gözlüyor. Ve ne yazık ki sen bunun farkına bile varmıyorsun. Ancak günlük olayların getirdiği öncelikler etkili olmaya başlıyor. Belki de insan farkına varmadan önceliklerini değiştirmeye başlıyor. Kim bilir bu da rahatlamanın, hayata devam etmenin bir yöntemi. Aksi halde düşüncelerin baskısı hayatı yaşanmaz hale getirecek.
Bende farklı olmadı. Öncelikleri işe vermeye başlayınca Cemal’in babasını aramalarım seyrekleşmeye başladı. Aynı şeyleri tekrar etmek bize acı vermeyi sürdürüyor başa sarıyorduk. Ağzımıza almasak da “ölüm” ikimizin kafasında gezinen bir kavramdı. Bunu hissedebiliyor dillendirmek istemiyorduk. Nişanlanmam araya girince görüşmelerimizin arası iyice açılmaya başlamıştı. Törene davet etmeme rağmen gelmediler. Bir yandan ve gecikmeden evlilik hazırlıklarına başlamıştık. Bu da ayrı bir telaş. Bu koşuşturmanın arasında “artık arasam iyi olur” dediğimde telefon açılmadı. Tekrar aramalarım hep cevapsız çağrıya düşüyordu. Birkaç gün ara verip inatla tekrar denediğimde “bu numara artık kullanılmamaktadır” sesli mesajı ile içimde büyüyen boşlukla geçmişi anımsamaya başladım. Daha fazla beklemeden Cemal’in bana verdiği tarife göre Bostanlı vapur iskelesinden içerlere doğru yürümeye başladım. Demirköprü’ye yaklaştıkça evleri gözlemeye başlamıştım. Apartmanı bulmam kolay oldu. Tam köşede altında araba park yeri olan soluk mavi boyalı bir bina. Zili çaldım. Açan olmadı. Israrlar çalmaya devam ettim. Yine ses seda yok.
Sol arka tarafımda dikilen adamın sorusuydu. Halinden belliydi, apartman görevlisi olduğunu düşündüm. Zilin üzerini okumuştum.
Adam başını sağa sola doğru sallayarak;
Yine başını sallayarak;
Öylesine kaldım. Yapacak bir şeyin kalmamasının insanı bu kadar umutsuzluğa düşürebileceğini ilk defa orada anladım. Bütün yaşananlar geçmişte yerini almaya doğru yol alıyordu. İçim yine yanmaya başladı. Adam gitmemi bekliyordu. Teşekkür ettim ve sahil yoluna doğru ayaklarımı sürükleyerek yürüdüm. Bir yandan da başka ne yapabilirim diye düşünmeden edemiyordum. Aklıma gelen hiç ama hiçbir fikir yoktu.
Bunları unutmak kolay değil. Mutlaka daha baskın bir şeylerle uğraşmak gerekiyor. Bir yandan işe saldırırken diğer yandan evlilik hazırlıklarına sığınmak, kendi zamanımı yaşamaya gayret etmek bana kurtuluş gibi gelmişti. Ama değilmiş. Bunu uzun zaman sonra anlayacaktım.
>>> Devam edecek… Beşinci (Son) bölüme geçebilirsiniz.
Kayınbiraderimin ilk görev yeri Sarıkamış’tı. Sarıkamış’ta ziyaretlerine gitmek kısmet olmamıştı. Kucağımızda bebeğimiz gözümüz o kadar yolu bir türlü almamıştı. Daha yeni Ilgın Konya’ya atanmış, taşınmışlardı. Nispeten hem daha yakın hem de oğlumuz beş yaşlarındaydı. Böyle bir seyahat artık bizi ürkütmüyordu. Eşimle birlikte yıllık izinlerimizi ayarladıktan sonra yola çıktık. Beş gün kadar kayınbiraderde kalıp daha sonra birkaç gün kendi kendimize bir tatil yerinde ve son bir iki gün de tekrar iş hayatına hazırlık için evde olacak şekilde yaklaşık on günlük bir planımız vardı.
Ilgın, Afyon Konya karayolunun yaklaşık 150nci kilometresinde yer alan küçük şirin bir kasabaydı. Gittik ve güzel vakit geçirdik. Dönüşe geçtiğimizde kalan günlerde ne yapacağımız hala belli değildi. Akşehir’e yaklaştığımızda yönümüzü Yalvaç’a verdik. Harita bu yolu Isparta, Burdur üzerinden Antalya’ya bağlıyordu. Dağların doruklarını aşarak Eğridir gölü kıyısından Isparta’ya indikten sonra Burdur istikametini tuttuk. Burdur’dan çıkarken eşim;
dedi. İster istemez irkildim. İnsuyu mağarası… Bir kere daha… Anılar tetiklenmişti. Sakin kalmaya çalışarak;
Tahmin ettiğiniz gibi oldu. Mağaranın gizemli alemine girdik. Benim elimde hem fotoğraf makinası hem de video kamera bir yandan fotoğraf çekmeye diğer yandan eşim ve çocuğumun video kaydını yapmaya çalışarak son seyir terasına kadar geldik. Derin bir nefes aldım. Zihnim film makinasını çalıştırmış geçmişi yaşamaya başlamıştım. Eşim;
Onlarla birlikte on onbeş adım geriye giderek kamerayı çalıştırdım ve tekrar seyir terasına doğru yürümeye başladım. Durup mağaranın derinliklerini çekiyordum. Eşim tekrar seslenince başımı çevirip;
diyerek yavaş hareketlerle geriye dönüp yürümeye başladım ve mağaradan çıkıp yolumuza devam ettik. Antalya’daki birkaç gün iyi gelmişti.
Her tatilin bir sonu var. Belki de tatilleri güzelleştiren de bitecek olmasını bildiğimizden her anını değerlendirmekten kaynaklanıyor. Dönüş yolumuz Fethiye istikametindendi. Eve dönmek, evde olmak, huzur veren bir duygunun insanın içine dolmasına neden oluyor.
Fotoğraf çekmek, video kaydetmek güzel de sonrasında bunların basılması, düzenlenmesi ayrı bir uğraş. Filmleri baskıya verdikten sonra videoları kameranın kasetinden normal VHS’ye düzenleyerek geçirme çalışmalarına başladım. Bu işi genelde çocuk yattıktan sonra sakin bir ortamda yapmayı tercih ediyordum.
İnsuyu videolarını aktarmaya başlamıştım. Her yolunda gidiyordu. Son seyir terası görüntülerinde karanlığın içinde çakan ışıklar gördüğümde bir anlam veremedim. Herhalde arkada gezmeye gelenlerin fenerlerinin yansımasıdır diye düşündüm önce. Görüntüler akmaya devam ettiğinde dönüş yolunda sadece giden eşim ve çocuğum vardı. İyice şaşırmıştım. Çekerken görmediğim ve anlayamadığım bir şey olmuştu. Eşime sorduğumda o da böyle bir şeyi fark etmemiş. Kayıtları temize çekme işlemi bitti, yattık ve hayat kaldığı yerden akmaya devam etti.
Çok iyi hatırlıyorum. Üç akşam sonra. Televizyonda biraz belgesel tarzda ikinci dünya savaşına ilişkin bir film izliyorduk. Müttefiklerin çıkarma yapmaya hazırlanan iki gemisi hafif sisli bir ortamda haberleşmeye çalışıyorlar. Karşılıklı iki asker projektörlerle ışıkları yapık söndürerek mesaj gönderiyor. Birden zıplayıp;
Diye bağırdım. Aklımdan deli düşünceler geçiyordu. Mağaradaki ışıklar morse alfabesi olabilir miydi? Eşime düşüncemi söylediğimde;
Tekrar videoyu açtım ve ışıkların nasıl yanıp söndüğünü anlamaya çalıştım. Eşim tuhaflaştığımı söyleyip şaşkın bir şekilde beni izliyordu. Evet, ışıklar kısa ve biraz daha uzun yanıyordu. Elime kalemi alıp bunları “kısa” ve “uzun” diye tanımlayarak kâğıda yazmaya başladım. Delirmiş olabilirdim. İnternette morse alfabesi arattığımda çıkan web sayfalarından aklıma yatan bir tanesini açtım. Aldığım notları nokta ve çizgiye çevirmem gerekiyormuş. Yaptım. Hangi kelimelere karşılık geldiğini bulmaya çalıştığımda bazı harfleri yazsam da bu alfabenin nasıl kullanılacağını bilmeden bunu yapmanın doğru bir yaklaşım olmadığının farkındaydım. Geriye tek bir şey kalıyordu. Bilen birisine sormak. Bir gemici ile konuşmak.
Limana girmek kolay olmadı. Ne olduğunu anlatmakta bayağı zorlandım ama sonunda yöneticileri biraz da çalıştığım firmanın adını kullanarak ikna ettim. Aldığım not ve kamera yanımdaydı. En yakın gemiye yönelip merdivenin başında duran kişiye kaptan ya da yetkili biriyle görüşüp görüşemeyeceğimi sordum. Kaptan şehre inmiş. İkinci kaptana haber verdiler. Geldi. Meramımı anlattım. Haberleşmeden sorumlu teknisyeni çağırdı. Notlarımı gösterdim. İlk tepkisi;
dedi. Haklıydı. Zaten ben de böyle düşündüğüm için gelmiştim. Hemen kamerayı çıkarıp videoyu açtım. Merakla bekliyordum. İki kere izledi. Üçüncü seferde izlerken ışıkları morse diliyle yazmaya başladı. Bitirdi. Kağıttaki işaretler “… .-.. –“ şeklindeydi. Bana döndü;
(Bu arada mağaranın karanlık olması ve ekranın küçük olması nedeniyle ortam anlaşılamıyordu. Ben de açıklama yapmadım. Sanki karanlık denizde bir tekne ya da kayıktan genel işaretmiş gibi algıladılar)
Devam etti;
Bunları anlatmakla sözümden çıktığımı düşünmüyorum. Ölümü bir kenara koyarsak, eğer Cemal’le tekrar karşılaşacağıma ilişkin bir ışık görseydim yine anlatmazdım. Aradan geçen bunca zamanda ne yazık ki artık bütün umudumu yitirmiş vaziyetteyim.
Köyceğiz, Şubat 2023
Bu çözümün yaklaşık bir yıldır kameramda var olduğunu ve benim bundan haberdar olmadığımı düşünmek beni…
Fotoğrafın, anlatım gücünün yoğun, insan mekân ilişkisinin güçlü, loş ışıklı bir ortam olmasına rağmen çok…
Uzun pozlama yapmaya karar verdiniz ve 120 saniyelik bir görüntü almak istiyorsunuz. Kameranızın deklanşörüne basıp…
Usta fotografçı ve akademisyen sayın Sümerkan’ın, eşi Türkün Sümerkan hanımefendiyle birlikte fotograf ortamına yaptıkları katkıyı…
Sonunda Sebahattin yazıyı yayınladı. İçeriğini bilmeme rağmen tekrar okuması keyifli bir yazı olmuş. Birbirimizin yazılarına…
'Kentte var olan ve senin trafiğe, kalabalığa, itiş kakışa takılarak gözden kaçırdığın her şeyin aralarındaki…