Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle’un yarattığı muazzam bir gözlem yeteneği ile bir hayali dedektif. Bir kitabında ya da bir dizisinde konu “hafıza sarayı” ya da “hafıza kütüphanesi” ya da başka bir deyişle “bilgi bankası” teması üzerine geçer. Bu bölümde ortaya konan sav, insan beyninin hiçbir şeyi unutmayacağıdır. Yaşadığımız ve öğrendiğimiz her şey hafızada saklanır. Sorun bunları tekrar ortaya çıkarma yöntemini bilmememizdir. Ancak bazen bir tetikleyici ki buna “şifre çözücü” veya “kod çözücü” diyebiliriz, hiç hesapta olmayan anıları orta yere seriverir.
Herhangi bir olay, söz, müzik, kitap veya genel anlamda bir “şey” – ki bu şifre oluyor – bu paketlenmiş anıyı açıyor ve size “bu da nereden çıktı?” dedirtebiliyor. Eğer farkındalık düzeyiniz yüksekse artık siz “bu şifre olabilir mi?” diyerek bir “şey” i alıp bir anı paketinizi açabiliyorsunuz. Güzel değil mi? Ancak paketin içinde yer alan küçüklü büyüklü başka paketler de varsa ne olacak? Onların da farklı şifreleri olabilir. Hemen açamazsanız üzülmeyin sakın. Bazı şifreler muhtemelen açtığınız ana paketin içinde de olabilir. Eğer yoksa bulunca açacaksınız demektir.
Buraya nereden geldim? İzlediğim sıra dışı “karpuz kabuğundan gemiler yapmak” filminden. “Vizontele/Yılmaz Erdoğan”, “Benim Sinemalarım/Füruzan-Gülsün Karamustafa”, “Nuovo Cinema Paradiso-Cennet Sineması/Giuseppe Tornatore” gibi “sinema” konusunu işlemiş olsa da bu film Ahmet Uluçay’ın ilk ve tek uzun metrajlı filmidir.
Kütahya Tavşanlı’nın Tepecik köyünde dünyaya gelen yapımcı yaşamını da köyünde sürdürmüştür. Kendi çocukluk hayalini 14 ödüllü filmle izleyicilere sunmuştur. Hayatının bir yanının biyografisidir film. Arkadaşı İsmail Hakkı ile kendi köyündeki sinema macerasıdır. Ne yazık ki 2009 yılında beyim tümörü nedeniyle yaşamdan kopmuştur. Kısa ve anlamlı bir hayattır Ahmet Uluçay’ınki. Bu filmi muhakkak izleyin.
İşte bu film beni çocukluk günlerimdeki bayramlara götürdü.
Çocukluğumun bayramlarının doğduğum kasabada geçtiği enderdi. Her ne kadar dedem ve babaannem bizimle aynı evde olsalar da ailenin diğer büyükleri, büyük hala ve dedemim kardeşi Akhisar’da, büyük dayım Balıkesir’de, anneannem, anne dedem ve küçük dayım Alaşehir’de yaşadıkları için her bayram seçilen birine bazen ikisine gidilmezse olmazdı. Zaman zaman yaz tatilleri de bu ziyaretlere destek verirdi. Trenler bu şehirlere ulaşmanın yegâne aracıydı o zamanlar. Alaşehir’e otoray (o zaman böyle söylenirdi. Dizel tren. Adı da her halde “autorail” den geliyor. Demiryolu arabası gibi bir şey). Alaşehir istasyonunda eve gitmek başka bir zevkti. Ulaşım aracımız tek atın çektiği faytondu. Ben faytoncunun yanına otururdum. Bazen de dizginleri tutar kamçı şaklatırdım. Yokuş, taşlı yoldan ağır ağır Toptepe’ye doğru giderdik.
Akhisar ve Balıkesir için Manisa’da aktarma yapardık. Akhisar yolu kısaydı. Bazen çok ender de olsa Salihli – Gölmarmara – Akhisar karayolundan küt burunlu dolmuşlarla giderdik. Eziyetli bir yoldu. Trenle Balıkesir yolu Akhisar’dan sonra heyecanlı bir hal alırdı. Tüneller, köprüler geçerdik. Köylerin yakınlarından geçerken çocuklar, “gaste, gaste” diye bağırarak koşabildikleri kadar trenle koşarlardı. Önce kendileri daha sonra sesleri geride kalırdı. Ben de gaste atardım. Hatta yanıma atmak için gasteler alırdım. Tünellerden geçerken is kokusu vagona girerdi. Dayımın evine Balıkesir istasyonundan Millet Caddesine girdikten sonra ya üçüncü ya da dördüncü sokaktan sola dönüldüğünde kısa bir yürüyüşle varırdık.
Balıkesir’de büyük dayımın evi de içinde geniş avlusu ve tuvaleti avluda, odaları avluya bakan balkona açılan bir evdi. Hava güzelse hayat tüm hızıyla bu geniş balkonda devam ederdi. Mutfak aşağıdaydı. Yemekler tepsiyle balkona getirilir etrafında bağdaş kurarak otururduk. Bayram banyosu için topluca hamama gidilirdi. En güzel zaman dayımın polis anılarını anlattığı gaz lambası ışığındaki gecelerdi. Balıkesir’in serin havasının etkisinde dayımın hikâyelerinin içinde gezinirken yer minderlerinde uyuya kalırdık. Yengem muhakkak pişi yapardı. Altında odun ateşi geniş bir tencere içinde kızgın yağa atılan hamur ve etrafında bekleşen acıkmış biz, çocuklar.
Büyük halamın evi, Akhisar istasyonunu arkana alıp devam ettiğinde yarım bırakılmış antik kentin (Thiatira) olduğu kavşağı geçer geçmezdi. İki katlı kale görünüşlü bir evdi. Muhtemelen bu ev Rumlardan kalmaydı. Alçak bir bodrum üstünde, alt katta iki oda, mutfak, tuvalet ve banyo, üst katta üç oda ve tuvalet yer alırdı. Arkada bahçe vardı. Bahçedeki müştemilat Bircan abinin (halamın tek oğlu) tüm Akhisar’da destan olan “Raleigh” marka bisikletin (Bircan abi alındığından beri lastiklerinin patlamadığıyla öğünürdü) garajıydı. Tahmin ettiğiniz ya da etmediğiniz gibi bir gün ben binerken elimde kaldı ve lastik patladı. Bayram sabahı büyük halamın evinde bir başka gelirdi bana. Kışsa mutfakta şimdilerde pek moda olan kuzine yanar ve muhakkak ev ekmeği kızartılır. Ekmeğe büyük eniştenin bakkal dükkânına gelen köylülerden aldığı mis gibi tereyağı sürülürdü. Yanında ev reçeli. Ne kadar doyarsak doyalım büyük halamın “aç kaldınız bir dilim daha“ ısrarından kurtulamazdık. Enişte muhakkak dükkânında getirdiği çikolatayı öptüğümüz elimize bırakırken diğer elimize bayram harçlığımızı sıkıştırırdı. İki buçuk lira…
Kuzenle buluşma bu kahvaltıdan sonra olurdu. Akhisar’da dedemin kardeşinin torunu (Oktay abi) ile –kısaca kuzen demeliyim herhalde- bayramlarda mahalle çocuklarına karagöz Hacivat oynattığımızı hatırlarım bugün gibi.
Cümle kapısıyla evlerinin avlusunu bağlayan taşlık alan bizim gösteri merkezimizdi. Üzeri yarım kapalı olduğu için de beyaz perdeye mum aydınlatması yeterdi. Arife günü akşamı Hacivat, Karagöz, Beberuhi, Tiryaki, Laz, Arnavut (bu karaktere özel önem gösterirdik. Bizim atalarımızı ve memleketi temsil ederdi sanki) karakterlerini kartondan keser ve boyayıp hazırlardık. İkinci gün eğlencemiz başlardı. Perde kurulur, kapı açılır, kapı yanına afiş asılır ve ben çığırtkanlığa başlardım. Gelirdi çocuklar. Ne de olsa bayram eğlencesi. Diyalogları okul kitaplarından alıp biraz çeşitler ağzımızı yamultarak seslerimizi değiştirerek konuşurduk. Sabah ve öğleden sonra iki seans yapardık. Giriş on kuruştu. Gösteri sonrası para ya dondurmaya ya da panayıra giderdi. Eğlenirdik çok güzel. Eğlendirirdik. Çocukların kahkahaları yükseldikçe biz de heyecanlanır tuluata dökerdik işi Bir süre sonra artık diyalog falan kalmaz doğaçlama hep beraber oynardık seyircilerle.
Alaşehir’de farklı bir ritüel olurdu. Anneannemim evi Rumların kaçarken terk ettiği arkada geniş meyve bahçesi olan bir evdi. Evin altında yüksek bir ahır ya da depo olarak kullanılabilen bir bölüm vardı. Büyük dedem eşeği oraya bağlardı. Ama akşamları kesinlikle değil. Mutfak en arkadaydı ve bahçede olan tuvalete mutfaktan inilen merdivenle ulaşılırdı. Ahşap ev biz çocuklar koşturdukça sesler çıkarır inlerdi. Anneannem bu sesleri evin çektiği sıkıntılar diye anlatırdı. Mahalle çocuklarıyla nedense kaynaşmam mümkün olmamıştı. Tek ve en büyük eğlencem sinemaydı. Dayım hem kışlık hem de yazlık sinema işletirdi. Bayramlarda film hiç durmadan dönerdi. Filmi bir kere seyrettikten sonra makine dairesine girer makinistin yanında dururdum. Bobini makinaya takmasını hayranlıkla izlerdim. O kadar dişlinin arasından şaşırmadan geçirmesi beni şaşırtırdı.
Bana düşen sadece biten bobini geri sarmaktı. O da yavaş yavaş. Aksi halde dikkat etmesen fren sistem olmadığı için dolu taraf ivmeyle benim sarma hızımdan daha fazla boşalır ve filmler yerlerde sürünürdü. Kopan filmleri yapıştırmayı da öğrenmiştim. Eğer gösterimde olan bobin arada bir yerde kopmamışsa tamir işini yapardım. Yoksa seyircinin “makinist, makinist” bağrışları arasında makineci abi bu işi izleyemediğim kadar hızla yapıp filme devam ederdi.
“İnsan yiyen örümcek, Tarantula”. Çocuk halimle izlememem gereken bir filmdi. Hala hatırlıyorum. Bir tarantula örümceğine ilaçla bir şeyler oluyor. Devleşiyor ve şehirdeki insanları yemeğe başlıyor. Örümceği yok etmek için verilen uğraş filmin teması. Sonunda bir şekilde yakıyorlar ve film bitiyor. Da ben bu filmden sonra geceleri bahçedeki tuvalete hiç gidemedim. Bu film geçinceye kadar sinemaya da gidemedim. Makinist abi “Epeydir yoktun? Diye sorduğunda “canım istemedi” diye geçiştirmiştim. Sinema altmışlı yıllarda kasabalarda önemli bir eğlenceydi.
İşte böyle… Bir Ahmet Uluçay filmi anılarımın şifresi oluverdi. Benim takibimde filmi televizyonda iki defa yakaladım. En son dayanamayıp youtube’da bir kere daha izledim. Linki aşağıda veriyorum.
Sevgilerimle
Kaynaklar:
Filmi izle: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak
https://www.imdb.com/name/nm1204496/
https://www.bagimsizsinema.com/karpuz-kabugundan-gemiler-yapmak.html
https://filmhafizasi.com/nuovo-cinema-paradiso-gunlerin-getirdigini-gunler-goturur/ ;
Filmin müziğinin ayrı bir güzelliği vardır. Dünyaca tanınmış film müzikleri bestecisi Ennio Morricane’ye aittir. Filmin platosu Sicilya’da Palazzo Adriano köyüdür. Köyde bu filmle ilgili bir müze vardır.
Diyelim ki tarihi bir sokakta bir portre çektiniz. Kafanın hemen yanına park edilmiş beyaz bir…
Fotoğraf makinanıza taktığınız sadece bir film değil… Bir his. Bir renk. Bir an. Ve bir…
OM System Live ND özelliği, fotoğrafçılığa yeni bir boyut kazandırıyor. Uzun pozlama efektlerini gerçek zamanlı…
Hangi kamerayı ve hangi tekniği kullanırsanız kullanın; fotoğraf hayal kurma, düşünme, görme, hissetmenin bileşkesi eşliğinde…
1977 yılında fotoğrafa başladı. Ankara Çankaya Belediyesi Basın ve Yayın Müdürlüğü’nde belediye foto muhabiri, Başbakanlık…
Üzerinden “çok uzun” diyemeyeceğimiz bir zaman geçti. Hatırlarsınız, “Analog Fotoğrafçılık ve Film Kullanmak” yazımızda gelinen…
Yorumlar
Sevgili dostum,
Bu yazı da bende bir "kod çözücü" oldu; beni aldı, çok çok uzun yıllar öncesine götürdü ve dedemin at arabasıyla gediz kenarından çıkıp, Gediz Köprüsü üzerinden bağ dönüşü Manisa yolunda atın dizginlerini elime bıraktı. Arkamdaki sepetlerde az önce dalından kendi ellerimizle kopardığımız bal gibi kayısı, can erik, sultaniye üzüm, Akhisar kavunu kokuları buram buram burnumda tüttü. Sonra anneannemin çok büyük avlulu evine vardığımızda dedemin arabadaki meyve ve sebzelerden pay ettiği küçük küçük sepetleri, dedemin söylediği sırada komşulara dağıtmak için gittiğimiz her kapıdaki teyze ve amcaların yüzlerindeki gülümsemenin sıcaklığı şu soğumaya yüz tutmuş sonbaharın son akşamüzerinde içimi ısıttı, ısıttı, ruhumu dinlendirdi.
Sanki dedem atı "Ceylan" ı tımar ederken, biz torunlar Ceylan'a kesme şeker vermek için bugün dedemin hangimizi seçeceğini büyük heyecanla beklerken, anneannem az sonra elinde bir bakraç ile gelecek ve damdaki iki inekten süt sağacak, sonra onu odun ateşinde kaynatacak, etrafa misler gibi süt kokusu yayılacak gibi hissettim.
Kocaman yüreğine sağlık arkadaşım!
Sevgiler!
Filmi seyredip Ahmet Uluçay hakkında olduğunca bilgi toplamaya başladığımda ona bitmez tükenmez gayretiyle hayranlığım çığ gibi büyüdü. Sinema tutkusu için hiç durmadan çabalaması takdire şayandır. Örnek alınacak bir yaşamı vardır. Bu düşünce tarzının bu yaşam tarzının çoğalmasına ihtiyacımız var. Yoksa "bana dokunmayan yılan bin yaşasın", "her koyun kendi bacağından asılır", "eski köye yeni adet getirme" deyişleriyle geleceğimizin varabileceği yer duvara toslamaktır. Belki de tosladık kendimizi avutuyoruz.
Ne güzel anılar. Hatırlaması ve dinlemesi bile çok keyifli. Şimdiki çocuklar böyle anılardan mahrum büyüyorlar malesef. Farklı şeyler yaşıyor, farklı şeyler biriktiriyorlar.
Bu güzel yazı için çok teşekkürler Okyar abi. Ellerine emeğine sağlık.
Selam ve saygılarımla.