BLOG

Gülün Gizemi

Başlangıç

Zaman kendi halinde akıp giderken insanların karşılaşmaları ve bazı anları, dönemleri birlikte paylaşmaları kabul edilebilir durumdur. Buna kader de diyebiliriz. Zaman çizgimiz başkalarınınki ile kesişir ve bir süre birlikte gider. Bu durumun ortaya çıkmasında ortak şeylerin elbette önemi vardır. Ancak öte yanda kendi hayatımızın belli döneminde yaşananlar zaman farkına rağmen bir araya gelmeyi başarır. İlginç olan da budur. Bu zaman farkı anıları değişime uğratarak insanı yanılsamaya uğratma gibi bir etkisi vardır. Bazı şeyler gerçekten oldu mu yoksa zihnimin oyunu mu diye tereddütte düştüğümüz olur. Ancak bunun bir önemi kalmamıştır. Hayal gücümüz boşlukları doldurarak hatırladıklarımızı uç uca eklemeye başlar.

Bütün olup bitenleri ne yazık ki olaylar akarken anlamlandırmak oldukça zordur. Bazı göstergeler sayesinde olayların ilişkisi yavaş yavaş kurulur. Her göstergede zihin olup bitenleri tekrar ve tekrar ele alıp yeniden kurgular. Bazen içine daha çok gerçek bazen de daha çok hayal katarak yapabilir bunu. Olaylar zincirinin bittiğini sandığınız anda gelecekte başka olayların eklenip eklenmeyeceği bir muammadır. Bu olaylar sizin hayatınız olsa da normal hayatınızın akışına paralel sanki başka bir alemde geçiyormuş gibi sürer gider.

Birinci bölüm: Yılan Pazarı (Snake Market)

Yemek molasına çıkmak üzereyken yan masada oturan Taiwan’lı arkadaşım Huang;

  • İşten çıkışta seni ilginç bir yere götürmemi ister misin?

diye sorunca zaten yapacak bir şeyi olmayan ben bu teklife balıklama atlayıp;

  • Olur, nereye gideceğiz?

deyiverdim.

  • Sürpriz

dedi.

İş hayatımın kısa bir döneminde Taipei-Taiwan’da bir fabrikada çalışma şansını yakalamıştım. Gördüğüm, tattığım her şeyin farklı ve ilginç geldiği bir dönemdi. Huang ile birlikte çalıştığım ancak sosyal olarak da genel müdür tarafından bana sosyal mihmandarlık yapan ilginç biriydi. Birgün elindeki sorduğumda Japonca ders kitabı olduğunu söylediğinde;

  • Hayırdır?

diye sorunca aldığım cevap;

  • Bölüm müdürümüz Japon. Benim de öğrenmem iyi olur

şeklinde olmuştu. Ben de zaman kaybetmeden bir özel öğretmen bulup Çince ders almaya başlamıştım. İşin yoğun temposundan Huang’ın böyle yaratıcı ve değişik etkinlikleri ile uzaklaşıp rahatlıyorduk.

Taipei’de yaşadığım süreye göre hala bana karmaşık gelen yollar bitip arabayı park ettikten sonra etrafta artık Taipei’nin modern yapıları yerine tek katlı ahşap bazıları kırık dökük ev ve dükkanların karışık yer aldığı sokaklarda yürüyorduk.

Ev tarzı binalar azalmaya başlarken ahşap, kimi kapalı kimi açık dükkanların artmaya başladığı yola saptık. Dükkanlar bizde arastalarda yer alanlara benziyordu. Tahta kepenkleri yukarı kaldırılmış bir çengele tutturulmuş önünde yarısı dükkanın dışına taşan yine tahta bir tezgâh. Tezgâhın hemen arkasında yüksekçe bir yerde olduğu aşikâr olan satıcı. Yan yana olan dükkanlardaki satıcıların sesleri birbirine karışıyordu. Dükkanların önlerine birlikmiş Çinliler bakınıp duruyordu.

Sokakta envai çeşit koku birbirine karışmış havada dolaşıyor, koyu, az ve sarı ışık veren fenerlerin aydınlatması altında sise benzer bir duman dükkan önlerindeki adamların sigara dumanıyla ürkütücü bir atmosfer oluşturuyordu. Bir farklı aleme geçiş yapmıştık sanki. Her şey hayal ürünü gibiydi. Bu ürkütücü durumdan çıkabilmek için gerçek dünyam ile bağlantı olabilecek bir şeyler bakınmaya başladım. Nedense tezgahlar çok parlak beyaz ışıkla aydınlatılıyordu.

  • Huangsan nereye geldik? Nedir bu kargaşa?

Birbirimize seslenirken adlarımızın arkasına Japonca “san” eklerdik. Bu bir nevi “bey” anlamına gelse de aslında karşındakine verilen değerin ifadesiydi. Huangsan da bana Atillasan derdi.

  • Snake market (yılan pazarı)

Kısa ve kesin bir cevaptı.

  • Ne yapılıyor?

Yine kısa bir cevap;

  • İzle ve gör…

Tezgahlardan en yakın olduğumuza yaklaşmak üzere kalabalığı yarma çabası ile yürümeye başladım. Aralarındaki yabancıyı gören Çinliler şaşkınlık içinde beni süzerken gönülsüz bir şekilde yol vermeye başladılar.

Gerçeklikle kurduğum bağlantı tezgâhta bağırıp duran adamın elindeki çok keskin olduğu uzaktan bile anlaşılabilen ve tezgâhın ışığında kamaşan bıçaktı. Kalabalık bile bir masaldan çıkıp gelmiş gibiydi.

Tezgahtaki adam elini kutunun içine attı ve kafasına yakın bir yerden yakaladığı yılanı havaya kaldırıp nefes almadan konuşmaya başladı. Kalabalıktan laf yetiştirmeye çalışanlar vardı. Bir süre sonra altı kişi öne çıktı ve ceplerinden çıkardıkları paraları tezgâhın üstüne koydu.

Adam büyük bir ustalıkla elindeki yılanın başını bir ipe geçirip tezgâhta bir barfiks demirine benzeyen çubuğa diğer ölü ve hareketsiz duran yılanların yanına astı. Bir cerrah titizliği ile bıçağı debelenen yılanın üstünde izlenemeyecek kadar hızla hareket ettirdi. Yılanın kanı kuyruğuna doğru süzülerek altındaki sürahi içine akmaya başladı. Çırpınan yılan kısa bir süre sonra kardeşleri gibi hareketsiz kaldı.

Adam ritüel gibi plazmayı ayırdı ve üzerinde yılan motifleri olan altı tane likör kadehine paylaştırdı. Üzerine kanı paylaştırarak elindeki çubuklarla iyice karıştırdı. Tezgâhın önünde bekleyen altı kişi bir dikişte içti ve arkalarını dönüp kalabalıktan uzaklaştılar. Ne yapacağımı bilemez halde donup kalmıştım. Adam gülerek bana bakıp bir şeyler söylemeye başladı. Arkadan biri beni çekti. Huangsan’dı. Biraz geride ellerimi dizime dayayıp yere doğru eğilerek kendime gelmeye çalışıyordum.

  • Huangsan, neydi bu?
  • Yılan kanının afrodizyak ve gençleştirici etkisi olduğu söylenir. Bunun için erkekler buraya belli zamanlarda bu şeyi içmeye gelirler. Ancak birçok Taiwan’lının bile midesi bunu kaldırmaz. Bundan dolayı içen gerçek Taiwan’lıdır diye bir söylence vardır. Eğer bir yabancı içerse artık Taiwan’da yaşamına devam eder ve geldiği yere dönemez derler.
  • Ne yani, şimdi ben içebilsem Taiwan’lı mı olacağım?
  • Evet, rivayet öyle.

Huangsan, sanırım birlikte tecrübe ettiğimiz tatları anımsayarak;

  • Atillasan, sakın aklından bile geçirme. Hemen gidiyoruz.
  • Daha yeni geldik, biraz daha gözlemlemek istiyorum Huangsan. Söz içmeyeceğim.

İzlediklerim filmlerin haricinde gördüğüm en acımasız sahnelerdi. Yılanın çırpınışı çok ama çok üzücü ötesi bir şeydi. Aklımdan deli düşünceler geçmeye başladı.

  • Huangsan siz de yılanlarla ilgili efsaneler var mı?
  • Evet, bazı efsaneler anlatılır.

Ve devam ettim; biz de de yılanların insanlara kin tuttuğuna ve bir gün öç almaya geleceklerine dair anlatılan efsaneler var. Bu adama bazı şeyler sormak istiyorum. Tercüme eder misin?

  • Buradan kaçan yılanlar olabilir. Bu yılanlar da olup biteni diğer yılanlarla paylaştığında nesillerden nesillere aktarılan bir intikam duygusu olabilir mi? Acaba kaçan yılan oluyor mu? Bunu içen adamların başına hiç yılan saldırısı gelmiş mi?

Huangsan şaşkın bir şekilde yüzüme bakmaya başladı. Sanırım adama bunları sormayı saçma buluyordu. Israr ettim. Adama yaklaştı ve kısık sesle konuşmaya başladılar. Huangsan konuştukça adamın yüzü kararmaya başladı ve bir süre de o konuştu. Huangsan yanıma geldi;

  • Evet, ara sıra kaçan yılanlar oluyormuş. Ve bunları bulamıyorlarmış. Ayrıca adamın söylediği iki şey daha var. Çocuklarını hayvanat bahçesine götürdüğünde yılanların tutulduğu yerde sakin yatan yılanlar bu adam gelince tıslama ile bu adama karşı kafalarını cama vuruyorlarmış. Bu şeyi (Huangsan bunu “iksir” diye ifade etti ama bence alakası yok) içen birkaç kişi de benzer şeyler yaşamış. Devamlı müşterilerinden de birkaçı köylerinde yılan saldırısına maruz kaldıklarını anlatmış hatta bu yüzden ölen de olmuş.

Huangsan çok şaşırmıştı. Adam bulunduğu yerden beni süzüyordu. Rahatsızlık duymaya başladım ve;

  • Hadi gidelim

Dedim. Huangsan gitmeye dünden hazırdı. Adamın Huangsan’a anlattıkları bana hiç tuhaf gelmemişti. Vietnamlı denizcilere indikleri limanlarda köpeklerin havlayarak saldırdıklarını duymuştum. Demek ki benzer bir tepki de yılanlar için vardı. Acaba bu saçma iksir dedikleri içme töreni ne zaman başlamıştı? Antik Yunan efsanelerinde yılanların şifa dağıtıcı olarak anlatıldığını okumuştum. Yoksa tıp sembolü niye yılan olsun ki? Bizde Şahmaran kendini sevdiği bir insan için feda etmiyor mu? Yoksa yılanların düşmanlığı bu yılan pazarlarından mı dünyaya yayıldı?

>>> Devam edecek… İkinci bölüme geçebilirsiniz.

İlk karşılaşma

Taipei günlerim sona ermişti. Bir daha yılan pazarına gidememiştim. Onların katledilişini tekrar görmeye içim elvermemişti. Döneceğim için Huangsan üzgündü. Bir ara lafını “iksiri içse miydin acaba?” ya kadar getirdi. Acı acı gülümsedim;

  • Yazık hayvanlara, devletiniz bu zulmü durdurmalı

diyerek kestirip attım. Konuşmak istemiyordum. Döndükten sonra uzun bir süre Huangsan ile haberleştik. Ancak zamanla aramızdaki bağ zayıfladı ve haberleşmemiz durdu. İkimiz de her insan gibi kendi zamanımızı yaşamaya dönmüştük.

İzmir’deki arkadaş grubumuzda artık Uzakdoğu görmüş yaşamış biri olarak havam bin basıyor ben de kurum kurum kuruluyordum. Ne de olsa artık bir Uzakdoğu uzmanıydım onlara göre. Bir araya geldiğimizde akla hayale gelmeyecek sorulara muhatap oluyordum. Ben de -laf aramızda kalsın- bazen yazdırıp yazdırıp anlatıyordum. Kim bilir belki de yazdırdığımı bilmelerine rağmen hoşlarına gidiyordu dinlemek. Bir nevi Binbir Gece Masalları’nın başka bir versiyonu. Bir toplantıda “seni şoka sokan bir olay yok mu? Varsa onu anlat da biz de şoka girelim” diye şakayla karışık bir laf atıldı. İşte o zaman ballandıra ballandıra Yılan Pazarı” nı anlattım. Hikâye bittiğinde hepsi şoktaydı. Arkadaşımın istediği olmuştu. Benim çocukluktan gelen yakınlığımla iyi gözlemleyebildiğim Cemal’in yüzünde ise şoktan ziyade üzüntü ve şaşkınlık karışımı bir ifade vardı. Düşünün bir kere, hikâye anlatıcısı olarak herkesin takdirine şayan kalmışken ve egom tavanlara doğru giderken bile bunu fark edebiliyordum. Toplandığımız pastane-kafe ortamından evlere dağılırken Cemal yanıma yaklaştı.

  • Hafta sonu bana uğrasana, bir yere oturur sohbet eder ya da sinemaya falan gideriz.

dedi. Daha yeni toplanmıştık. Neden aramadan…

  • Tamam

dedim.

  • Adresi sana mesaj olarak atarım…

Cemal’in oturduğu ev Üçkuyular vapur iskelesinin arkasındaki yamaçta körfeze bakan bir konumdaydı.

İlk defa gidecektim. Onu aldıktan sonra yakın bir alışveriş merkezinde gider vakit geçiririz diye aklımdan geçiriyordum. Kapıyı çaldım. Açtı.

  • Hadi çıkalım
  • Beş dakika içeri gel hazırlanayım.
  • Ne hazırlanacaksın. Al üzerine bir şey gel işte.
  • Olmaz. Beş dakika gel içeri.

Bu ısrarın arkasından gelecek şeyin olduğu belliydi. İçeri girdim. Sıkıntılı görünüyordu.

  • Hayrola bir şey mi oldu?
  • Bak, geçen gün anlattığın ve herkesi şoka sokan hikayen beni çok etkiledi
  • Farkındayım.

Devam etti.

  • Sen benim çok eski sevdiğim, güvendiğim ve bu yüzden -varsa- sırlarımı paylaşabileceğim can dostumsun. İçimi daraltan ve kimseyle paylaşamadım bir durumu sana anlatırsam biraz rahatlayacağımı düşünüyorum. Ancak bütün güvenime rağmen senden kutsal kitabımıza el basarak anlatacaklarımı kimseyle paylaşmayacağına yemin edeceksin.

Şaşırma sırası bendeydi. Böyle bir şey beklemiyordum. Zaten birbirimizin özel şeylerini başkaları ile paylaşmak gibi bir huyumuz yoktu. Ancak görünen o ki bu çok daha farklı bir şeydi. Cemal’in rahatsızlığı yüzünden belliydi. Çok düşünmeden;

  • Tabii ki istediğin yemini ederim.

Cemal, duvara asılı üzeri el işi olan ipek çanta içinden Kur’an-ı Kerim’i çıkardı;

  • Sağ elini üzerine koy ve söylediklerimi tekrar et.

Birbirimize bakmıyorduk. İkimiz de gözlerimizi kutsal kitaba dikmiştik. Cemal;

  • Birazdan sana anlatacaklarımı ve göstereceklerimi aramızdaki arkadaşlığı ölüm bitirene dek saklayacağına yemin eder misin?
  • Bana anlatacaklarını ve göstereceklerini aramızdaki arkadaşlığı ölüm bitirene dek saklayacağıma yemin ederim.

Rahatlamıştı.

  • Gel önce bir şey göstermek istiyorum

Diyerek banyoya doğru yürümeye başladı. Takip ettim. Banyonun kapısını açtı. Ardından küveti örten perdeyi çekti. Kıpırdayamaz oldum. Dondum kaldım. Gördüğüm inanılmazdı. Küvette kıvrılmış yatan gövdesinde kahverengimtırak ve boynunun etrafında maviye ve yeşile dönen parlak pulları olan yaklaşık boyu bir buçuk metreden biraz fazla olan bir yılan vardı. Hem de bir apartman katının beşinci katında… Hala kımıldayamıyordum. Cemal tepkimi ve ne yapacağımı anlamaya çalışıyordu. Yılan başını bize çevirdi, önce Cemal’e sonra bana baktı, bir miktar doğrularak başını benden yönde tutup gözlerini gözlerime dikti. Kilitlenmiş gibiydik ve gözlerimizi ayıramıyorduk. Rahatsız olduğu belliydi. Çıkardığı kesik kesik tıslama sesinde tedirginlik hissediliyordu. Cemal’de tedirgindi. Yılana;

  • Bana bakar mısın

dedi ve yılan başını Cemal’e çevirdi. Anladığı için mi çevirmişti yoksa sesin geldiği yöne mi dönmüştü? Bunu söylemek zor. Şimdi ben ikisini izliyordum. Bu bir rüya olabilirdi ya da film sahnesi olabilirdi. Ama değildi ve bunu yaşıyorduk. Cemal çok sakin ve sevecen bir sesle yılanla konuşmaya başladı;

  • Bu benim çok sevdiğim ve çok güvendiğim çocukluk arkadaşım. İçimdeki sıkıntıyı biliyorsun. Senin varlığını kimseye söylememeyi artık taşıyamaz oldum. Ailem dışında birisiyle paylaşmam gerekiyordu. Ben olan nasıl güveniyorsam senin de güvenmeni ve onu kabul etmeni istiyorum.

Sözleri bitince Cemal derin bir nefes aldı. Bu arada yılan başını çevirip bana göz attı ve tekrar Cemal’e döndü. Sanki -bana öyle gelmiş olabilir- başını hafifçe eğerek söylenenleri anladığını gösterdi tıslaması artık rahatlamış gibiydi. Bu görüntüsü Cemal’i de rahatlattı. Bana döndü ve;

  • Tamam seni kabul etti. Artık samimiyetini göstermek için onu okşayabilirsin.

Neydi bu? Bir ayinde kabul töreni miydi? Hele okşamak… Bu yapabileceğim bir şey değildi. Tereddüttümü çok açık bir şekilde ortaya koyuyordum. Cemal elimi yakaladı, avcumu yukarı çevirerek küvete yaklaştırırken tepki dahi veremiyordum. Yılan başını avcumun içine yatırdı. Sanki gözlerinde bir gülümseme vardı. Yüzümden ter akıyordu. Sırtım terlemişti. Bütün bu yaşananlar benim için hala bir rüya hatta gerçek ötesiydi ama yaşanmıştı.

  • Al bu havluyu da kurulan. Sonra dışarı çıkarız.

Sanki bende yürüyecek hal kalmıştı da dışarı çıkacaktık.

Salona geçip oturduk. Aslında ben koltuğa gömülmüştüm. Hala gördüklerimi ve olanları sindirmeye çalışıyordum.

  • Bir içki olsa iyi olur…

Cemal kalktı, büfeden kadehlere içki koydu. Yanıma geldi ve kadehi uzattı. İçkinin kokusunu daha iyi hissetmek için kadehi burnuma yaklaştırdım;

  • Lagavulin…

Cemal duramadı;

  • Sanki başka bir şey içersin de…

Bir süre sessiz bir şekilde Karşıyaka vapurlarını seyrettik. Kadehin dibi göründüğünde nispeten kendime geliyor gibiydim.

  • Anlat bakalım, seni dinliyorum

Aslında gördüklerimin üstüne Cemal’in anlatacağı çok bir şey yoktu. Ben yurtdışındayken olmuş. Israrlar sormama rağmen sürekli “böyle olması gerekiyordu aldım işte” diyerek olayın başlangıcını geçiştiriyordu. Yeminime rağmen bunu açıklamayacağı belliydi ve sormaya devam etmenin anlamı da yoktu. Anne ve babası da biliyormuş. Onlar da duyunca şaşkınlıkla karşılamışlar. Ancak benim gibi bir araya getirmemiş.

  • Böyle nasıl yaşayacaksın? Nereye kadar gider bu iş?

diye sorduğumda;

  • Gittiği yere kadar…

diyerek kaderci bir cevap verdi. Ancak sürekli;

  • Bak söz verdin kimseye bahsetmeyeceksin

diye eski günlerdeki iğnesi takılmış plak  gibi tekrar tekrar söyleyip duruyordu.

Bu durum arkadaş grubumuzla olan ilişkimizi de etkilemişti. Artık grup toplantılarına katılmaz olmuştuk. Ben her fırsatta Cemal’in evine gidiyordum. Genelde evde önce banyodaki küvetin yanına gidip zaman geçirdikten sonra salona geçip oturuyorduk. Yanımda süt getiriyor, ılıştırıp veriyordum. Bundan çok hoşlandığını dans hareketleri ile belli ediyordu. Küvetten çıkıp ayaklarımız arasında kısa gezintiler yaparken kucağımdan sürünerek geçmesi koluma dolanması eğlencesiydi. Elimde bir fincan bir bardak gördüğünde gelip başını uzatıp koklamadan edemiyordu. Bir keresinde kadehe başını uzattığında;

  • Tatmak ister misin?

diye sordum. Sanki anlayacaktı. Anladı ama. Dilini uzatıp viskiye değdirdiği anda inanılmaz bir hızla fırlayıp koltuğun altına kaçtı. Bir gülmekten katılıyoruz. O da koltuk altından şaşkın şakın bizi seyrediyordu. Çıkaramadık bir türlü. En sonunda bir tas ılık sütü koltuğun önüne getirip koyduğumuzda ikna oldu.

Tuhaf bir şekilde artık olanları doğal karşılamaya başlamıştım. Eğer tuvaleti kullanacaksam önce beni görmezden geliyor sonra bakmaya devam ediyor kalkarken yine görmezden gelecek şekilde başını başka yöne çeviriyordu. Aramızdaki ilişki sakin bir şekilde devam ediyordu. Cemal’de bu durumdan memnundu.

>>> Devam edecek… Üçüncü bölüme geçebilirsiniz.

Sürpriz bir tanışma

Vakit öğlene yaklaşmaktaydı. Elimde torba, içinde süt kapıyı çaldım. Çok beklemeden açıldı. Şaşırmıştım;

  • Acaba yanlış mı geldim? Cemal’in evi değil mi?

diye sorarken kapıyı açan bir yetmiş boylarında siyah parlak saçları omzuna dökülen hafif çekik gözlü buğday tenli kız gülümseyerek;

  • Hayır doğru, Cemal arkada şimdi gelir. Buyurun içeri girin sizi tanıyorum…

Şaşkınlığım devam ediyordu. Daha önce karşılaşmamıştık. Arkadaş grubumuzdan da değildi. Üstelik evde sıra dışı bir durum varken ne arıyordu? Elmacık kemikleri doğulu izlemini veriyordu. Üzerinde kahverengi ayak bileklerine kadar uzanan şık bir kıyafet vardı. Kolye ve küpeleri göz alıcıydı. Dikkatlice süzdüğümü fark ettiğinde;

  • Şey, Cemal sizden çok bahsediyor. Bu yüzden sizi tanıyorum dedim. Yoksa bir yerde karşılaşmış değiliz

Bu sırada Cemal gülerek yanımıza yaklaştı;

  • Ooooo, bana gerek kalmadan tanışmışsınız. Gülşah, kız arkadaşım, can yoldaşım…

Şaşırma modundan çıkmamı engelleyen olaylar sözler arka arkaya geliyordu. İçeri geçip oturduk. Hoş beşten sonra Gülşah;

  • Size kahve yapayım, şekersiz Türk kahvesi değil mi?

Yine yüzümün şeklinin değiştiğini görünce;

  • Cemal söylemişti

diyerek beklemeden mutfağa yöneldi.

  • Bu ne şimdi Cemal? Evinde bir sırla yaşarken nereden çıktı bu kız arkadaş muhabbeti?

Cemal gülümseyerek;

  • Merak etme, sevdiğim ve güveneceğim birisi daha oldu. Durumdan haberi var. Yalnız senden ricam bu konuyu açma.

Dayanamadım;

  • Bak, bir şeyi üç kişi biliyorsa sır olmaktan çıkar. Ben sözümü tutarım ama Gülşah bunu nasıl yapacak? Bundan nasıl emin olabiliyorsun?

Cemal devam etti;

  • Senden emin olduğum kadar eminim. Merak etme rahat ol.

Adamın tasası beni tutmuştu. Tamam, böyle diyorsa böyledir.

  • Hadi ona süt getirdim ısıtıp verelim

Cemal umursamaz bir tavırla;

  • Gülşah kahve yapıyor. Durumu daha karışık hale getirmeyelim. Sütü biz daha sonra veririz.

Söylediğim gibi tuhaf durumlar devam ediyordu ki Gülşah kahveyi getirdi. Kahve, ardından tuvalete gitmek üzere banyoya doğru yönelmişken Cemal;

  • Girişteki küçük tuvaleti kullanır mısın? Banyoda bir sorun var da.

Küfürler dilimin ucunda gezinmeye başladı, kendimi tuttum ve dediğini yaptım. Ancak neşem kaçmıştı. Bir ara Gülşah yine mutfağa gittiğinde dayanamayıp sordum;

  • Annen babanın Gülşah’tan haberi var mı?
  • Söylemedim. Niyetim de yok. Annem zaten diğer durumdan dolayı buraya gelmiyor. Babamı da az buçuk biliyorsun. Bahsettim mi bin türlü soru… Kalsın şimdilik.
  • Nerde evleri? Ben gidip söyleyeyim. Sevinirler.

Cemal bu sözlerimi ciddiye alarak adresi vermedi ama hızlıca tarif etti;

  • Bostanlı vapur iskelesinden inip demir köprüye yürüyünce tam köşede altında araba park yeri olan bir apartman var. Beşinci kat. Soyadından bulursun. Hele bir git görürsün sen…

Ciddi olmayan lafımı ciddiye alıp cevap vermesine rağmen ciddi olmadığımı anladığını söylemeye çalışıyordu. Belki de gerektiğinde bir şekilde ailesine ulaşabilmem için yapıyordu bunu. Düşündüklerimi tam paylaşmak üzereyken Gülşah mutfaktan elindeki kadehlerle döndü. Birini bana uzatırken;

  • Sevdiğinizi biliyorum, Lagavulin bu…

diyerek bana uzattı. Nereden biliyordu? Tabii cemal söylemişti… Artık buna şaşırmamayı öğrenmiştim.

Artık ziyaretlerimi seyrekleştirmiştim. Bazen Gülşah’la karşılaşıyor oturup sohbet ediyorduk. Bazen de eski günlerdeki önce banyoyu ziyaret, süt ziyafeti ile başlayan birlikteliğimiz sürüyordu. Ancak ilişkiler de eskisi gibi değildi. Cemal’in Gülşah’a olan ilgisi giderek artıyordu. Kıskanıyor muydum ne? Bu durumun Cemal’i de rahatsız ettiği halinden anlaşılıyordu. Hala söyleyemediği ya da söylemek istemediği bir şeyler kalmıştı. Eski neşemize dönmeyi ben de arzu ediyordum. Ama olamıyordu bir türlü. Bahar aylarının ortalarında Cemal’den değişik bir teklif geldi; ortam değişikliğinin iyi olacağı düşüncesi ile birlikte yani ben, o ve Gülşah ile tatile gitmek. Bir deniz kıyısında güneşin altında kumlara uzanmak ve önümüzde uzanan maviliği sessizce seyretmek. Evet bu iyi gelebilirdi. Peki, “o” ne olacaktı. Cemal çok rahat yeterli yiyecek bırakırsa birkaç gün kendi kendine idare edebileceğini söylüyordu. Çok aklıma yatmamıştı. Öte yandan tatil fikri cazipti. Gönlüm tatil tarafında onu arka plana atarak;

  • Yapalım, dedim.

İnsuyu mağarası

Çalkantılı sularda savrulan ince dallar gibiydik. Hepimiz öğrenciydik. Okumaya gelmiştik ama okumak birinci önceliğimiz olmaktan çıkıvermişti. Ülkenin çalkantılı hali bizi de savuruyordu. Hepimiz farklı şehirlerden gelip farklı üniversitelerin farklı fakültelerinde çaba sarf ediyorduk. Okumayı kenara koyup önce güven içinde olacağımız sığ, kuytu bir koy arıyorduk. Bul bulabilirsen. Bulduklarımızı da çalkalıyorlardı. Zor günlerdi… Bu çalkantılar zaman zaman ince dallar olan bizi grup yapıyor ya da yan yana getirebiliyordu.

İşte Burdur’dan hukuk okumaya gelen İbrahim böyle bir ortamda yan yana geldik. Üniversitelerimiz ayrı olsa da düşünce ve sosyal yapımız anlaşmamızı kolaylaştırıyordu. İbrahimlerin Burdur gölü kıyısında evleri varmış. Bir nevi yazlık. Beni davet edince tarihi belirledik ve gittim.

İnsuyu mağarası Burdur’a yaklaşık on iki on dört kilometre mesafede. İbrahim bahsedince mağaranın varlığını öğrenmiştim.

  • Gidelim

dedi.

İlk defa bir mağaraya giriyordum. Öncesinde girişine astıkları bir panodan mağara hakkında bilgileri okudum. 1952 yılında keşfedilip 1964 yılında turizme açılmış. Değişik zamanlarda keşiflere devam edilerek haritalaması yapılmış. Mevcut çizimlere bakınca bilinmeyen daha çok yeri olduğu anlaşılıyor. Yörenin jeolojik yapısına uygun olarak mağarada kireçtaşı (kalsiyum karbonatın farklı bir kristal formu) asırlar boyu görsel şölene dönen sarkıt ve dikitler oluşturmuş. Bunların sarı ışıkla aydınlatılması mağaradaki göllerin turkuaz mavisi ile inanılmaz bir görüntü oluşturuyor. İnsanı ürperten serinlikle birlikte farklı bir aleme doğru gezinti başlıyor.

Bu etkileyici atmosfer içinde gezi için yapılan tahta patika yoldan yürürken eğer durursanız sarkıtlardan bir soğuk damla su ensenizden girebilir. Bu mağaranın size “merhaba” ya da “hoş geldin” demesidir. Eğer bu damlalar birden fazlaysa mağara sizi ilgisiz bulmuş ürperterek kendisine çekmeye çalışıyor demektir.

Yürüyüş yolunun sonundaki seyir terası mağaranın içine doğru devam eden karanlığa doğru birbiriyle bağlantılı olan küçük göllerden akan su turkuaz maviliğini kaybederken şırıltısıyla bir yere döküldüğünü ve sonsuz ve bilinmez bir yeraltı dünyasına gittiği hissini veriyor.

Gülşah, arka koltuktan;

  • Buralarda bir yerde mağara varmış

dedi tam Burdur çevre yolundan geçerken. Hayal meyal bazı görüntüler zihnimde belirirken;

  • Evet, İnsuyu mağarası

dedim. Gülşah;

  • Görmek istiyorum

diye devamını getirdi.  Bunu bir dilekten çok yerine getirilmesi gereken bir eylem olarak söylenmişti. Cemal’de bunun farkındaydı. Sadece dönüp yüzüme baktı. Bu “gidelim” işaretiydi. Burdur’u geçtikten bir süre sonra mağaranın tabelası karşımıza çıktı ve ben köy yoluna saptım. Mağaraya varmıştık.

Çevre ve girişinde üzerinden çok zaman geçmesine rağmen anımsadıklarıma göre çok dikkat çekici bir farklılık yoktu. Gülşah yerinde duramaz haldeydi. Cemal biletleri aldı ve mağaraya giriş yaptık. Aynı güzellik ve daha iyi bir ışıklandırma girişten itibaren farklı bir alemin hissini vermeye başlıyordu. Meraklı bakışlarla sarkıtları dikitleri, mağara duvarlarına vuran gölgelerinde bir şey görecekmiş gibi yürüyen Gülşah’ın hızına yetişmeye çalışıyorduk. Aralardaki seyir teraslarında kısa duruşlar yaparak gezinin son seyir terasına geldik. İşte ne olduysa burada oldu.

Karanlığın içinde kaybolan suyun şırıltısını dinlerken Gülşah benim ve Cemal’in arasında ve hepimiz sakin bir şekilde etrafa son bakışlarımızı yapıp geri dönmeye hazırlanıyorduk. Ki Gülşah huzursuz bir şekilde kıpırdanmaya, öne, seyir terasının göstermelik korkuluklarına doğru hamle yapar gibi oldu. Gayrı ihtiyari Cemal beline sarıldı. Gülşah artık Cemal’den kurtulmaya çalışırken bir yandan da;

  • Gitmem lazım, bırak beni…

diye gözlerinden süzülen yaşlarla inliyordu. Cemal’e yardım için ben de diğer taraftan Gülşah’ı tutmaya çalışıyordum. Cemal bir yandan;

  • Gidemezsin, olmaz

diye bağırıyordu.

Gülşah’ın gücü giderek azaldı. Artık biz karşı koyamıyordu ve Cemal’in kollarında kendinden geçti.

  • Hemen dışarı çıkalım…

dedi Cemal.

Tekrar ettirmeden arkamızdaki insanların şaşkın bakışları altında hızlıca mağaranın çıkışana yöneldik. Dışarıdaki banklara çöktüğümüzde ter içindeydik. Gülşah hala kendine gelememişti. Cemal;

  • Yola devam edelim, arabada kendine gelir

dedi.

  • Neydi bu? Ne oldu?

diye sorduğumda;

  • Bilmiyorum

derken yüzüne çaresizlik ve korku ifadesi oturmuştu.

  • Nasıl bilmezsin? Kızı tanımıyor musun? Bunun bir nedeni olmalı?

diye sıkıştırmaya devam ettim. Cevap veremedi. Arkadan sakin bir ses;

  • Acıktım dedi.

Gülşah arka koltuktan başımızı ikimizi arasına uzatıp sanki bir şey olmamış gibi tekrar;

  • Acıktım dedi.

Sinirlerime hâkim olamıyordum;

  • İyi her şey yolundaymış demek ki, ilk marketi olan benzin istasyonuna gireyim de bir ziyafet masası döşeyeyim sana.

Gülşah;

  • Yok sadece süt içmek istiyorum. Büyük boy olursa sevinirim.

Cemal sessizliğini koruyordu. Dayanamadım;

  • Sen sütten önce ne olup bittiğini bir anlatsan da anlasak

Gülşah sanki bir şey olmamış gibi;

  • Anlatacak bir şey yok

diyerek sorumu kulak arkasına attı.  Canım iyice sıkılmış ve tepem atmıştı. Benzin istasyonunda Gülşah bir litrelik sütü başına dikerken bir yandan gözleri bizdeydi. Biz de elimizde iki kahve ile kendimize gelmeye çalışıyorduk.

>>> Devam edecek… Dördüncü bölüme geçebilirsiniz.

Anlatılmayanlar…

  • Söz vermiştin …

diyerek Cemal lafa başladı.

  • Sözüne rağmen sana anlatmaya çekindiğim şeyler vardı. Güvenmeme rağmen bunları dillendirmek çok zordu. Ancak görünen o ki artık zamanı geldi.

Ve konuşmaya başladı. Konuştukça hem rahatladı hem de açıldı. Gülşah artık tüm dikkati ile bizi izliyordu. Cemal anlattıklarının yettiğine karar verince sustu ve arabaya döndük. Gülşah;

  • Artık her şeyi biliyorsun
  • Her şeyi değil, sen niye anlatmayı denemiyorsun?
  • Hatırlar mısın? Cemal’e nasıl bulduğunu sormuştun. Balçova Termal’in arka tepelerinde güya doğa yürüyüşü yapıldığını bilirsin. En azından duymuşsundur. Yamacın yukarılarında gezinirken ıslak çimlere tutunamayıp kaymaya başladım ve yürüyüş yapan insanların dibine düştüm. Korkuyla “başını ezelim, öldürelim” diye bağırmaya başlamışlardı ki aralarından biri bunu engelledi. İşte Cemal’le ilk karşılaşmamız böyle olmuştu. Derimde hafif çizikler vardı. Beni sırt çantasına koyup eve getirdi. İyileşmemi sağladı. Ancak o da henüz neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu.

Cemal yavaşça başıyla bu sözleri onayladı. Gülşah anlatmaya devam etti;

  • İyileştikten sonra bir sabah erken saatlerde dönüşmüş olarak gözlerimi açtım. Her ne kadar bu dönüşümü kontrol edebiliyor olsak da ruh halimizin iyi olmadığı dönemlerde kontrol edemiyorduk. Bunun için çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Genelde mutlu olduğumuzda ya da aşırı korkuda istediğimiz an dönüşümü gerçekleştirebiliyorduk. Neyse, gidip Cemal’in yanına yattım. Uyanıp beni fark ettiğinde şaşkınlık korku içinde odanın bir köşesine savrulmuş ne olduğumu anlamaya çalışıyordu. Olup bitenleri anlatmaya çalıştım. Önce inanmadı. Ancak kollarımda ve bacağımdaki çizik izleri, beni nasıl alıp geldiğini detayla anlatmaya başlayınca hala korku içinde bana bakarken ikna oldu. Kim bilir belki de korkudan ikna olmuş gibi görünmeyi tercih etti.

Lafa;

  • Zor bir durum. Görmeden inanmam mümkün değil.

diye girdim. Gülşah;

  • Bu dönüşümü bir insanın görmesi onun için kötü sonuçlanıyor. Bu yüzden bunu kimseye görünmeden yapmayı tercih ediyoruz. Aksi takdirde o insanı yok etmemiz gerekiyor.

Tam burada yüz ifadesi donuklaştı ve devam etti;

  • İnsanlar bizi düşman olarak görüyorlar ve nefret ediyorlar. Unuttukları şey kendimizi bildik bileli insanoğluna yardım etmeye çalıştık. Zehir dedikleri şeyi eskiden biz şifa niyetiyle insanlara sunarken daha sonra ilaç yapmakta kullanmalarını sağladık. Ama ne yaptılar? Hep daha çok diyerek bizi sömürmeye ve deneylerde kullanmaya başladılar. Derimizi süs eşyası yapmaları işin başka boyutu. Milattan önceki zamanlardan bu yana her yerde sembol olarak kullanılıyoruz. İnsanlar tıbbı bile sembolü olarak bile bizi resmederek gösteriyorlar.

Ya Hindistan’da, Fas’da eğlence aracı olarak bizden faydalanmalarına ne demeli? Bunu yapanları sokmamamızı, onlara saldırmamamızı kendi güçleri olarak görürler. Halbuki bizim insanla alıp veremediğimiz bir şey yok. Onlarda nefreti anlamamamız mümkün değil.

Direkt sordum;

  • Yoksa sen şahmaran mısın?

Gülşah güldü ve devam etti;

  • Demek efsaneyi biliyorsun. Hayır değilim. Aslında şahmaran diye bir şey de yok. Efsaneyi insanların dikkatini başka yöne çekmek için biz oluşturduk. Dünyanın birçok yerinden benzer efsaneler anlatılır. Yaşam döngümüzde ölmeden hemen önce kendi öz halimizi alırız. Ne yazık ki birimiz ölürken bu dönüşüm durdu ve yarı yılan yarı insan halinde öldü. Nedenini araştırmacılarımız bulamadı. Ancak ilerleyen zaman içinde yeni araştırmacılar yeni imkanlarla bunun nedenin bulabilir diye saklamaya karar verdik. İşte sizin padişah tarafından Yerebatan sarayında bulunan lahitten olan bu kardeşimizdi.
  • Nasıl yani? II. Abdülhamit devrinde bulunan lahitte olan şahmaran mıydı?
  • Beni dinlemiyor musun? Şahmaran diye biri yok. O da benim gibiydi. Ancak bulunanın gerçek olduğu kesin olarak belgelense ve araştırmaya devam etselerdi bize ulaşabilirlerdi. Bu da sonu gelmez bir soy kırım olurdu. Tarihte yaşananlara bak, insanların soykırım çekinceleri yok. Kendi cinslerini rahatlıkla yok eden, sürekli savaş çıkaran, ayrımcılık yapan zihniyet ve ruh hali bize neler yapmazdı. Dolayısıyla bulunanları hem ortadan kaldırmak hem de oluşturduğumuz efsanenin içine dahil etmemiz gerekiyordu. Zor olsa da yapabildik. Sonrasında daha dikkatli olmaya başladık. Varlığımıza ilişkin en son yaşanan olay buydu. Bir daha olmadı.

Aklım iyice karışmıştı. Aklımdaki sorulara yetişemiyordum;

  • Anlamadığım şey ya da yorumladığım şey senin gibi insanların arasında yaşayan başkaları da var. Birbirinizi tanıyor musunuz? Soyunuz nasıl devam ediyor?

Yolumuz kalıyor ama anlatayım;

  • Evet. Yorumun doğru. Çok olsak da azınlıktayız. Zaten çoğunluk olup insanlara karşı bir şey yapma gibi bir niyetimiz ve hedefimiz de yok. İnsanların hissedemediği bir koku yayarız. Bunu ancak biz ve bazı hayvanlar hisseder. Birbirimizi bu şekilde bilir ve hiçbir zaman açık bir şekilde temas kurmamaya çalışırız. Ben yani dişilerimizin çocukları benim gibi olur. Doğduktan bir süre sonra belli bir yaşa geldiklerinde dönüşüm yapabilme yetkinliğini kazanırlar. Bir insandan hamile kalsak da doğum yapmak için yumurtlamamız gerekir. Bunun için yeraltı dünyamıza inmemiz gerek. Erillerin çocukları insandır. Bundan dolayı soyumuz hızlı çoğalmaz. Hatta tükeniyoruz bile diyebilirim.

Şimdi Gülşah’ın mağaradaki çılgınca davranışı bir anlam kazanıyordu. Dayanamadım;

  • Sen, Cemal’den çocuk mu bekliyorsun?

Başını öne eğdi ve biraz da utanarak;

  • Evet, doğduğunda insan yavrusu olmasa bile evet. Biraz daha zamanım var. Bu doğumu son ana bırakmak istemediğim için gitmem gerekiyordu.

Her türlü zulme rağmen yılanların insanlara bir nefreti yoktu. Gülşah bunu açıkça ifade etmişti.

  • Madem sizin insanlarla bir derdiniz yok neden varlığınızı ortaya koyup birlikte bir yaşam oluşturmuyorsunuz? Aradan geçen çok uzun yıllar var. İnsanlar daha modern ve anlayışlı. Sizin varlığınızı rahatlıkla kabul edilebileceğini düşünmek yanlış olmaz. Bize bak. Cemal ve Ben seninle bir problem yaşamıyoruz ve ilişkimiz yaşayacak gibi de durmuyor.

Gülşah’ın dudaklarında acı bir gülümse belirdi. Gözleri süzülür gibi oldu;

  • Söylediklerin mantıklı. Ama siz olduğunuz için mantıklı. Şöyle etrafa bir bak. İnsan doğayı ne hale getirdi ve getirmeye devam ediyor. Farklı türlere nasıl davranıyor. Sürekli nesli tükenen bitkiler ve hayvanlar söz konusu. Kendi türünden olanlara yaptıklarını bir hatırla. Dünya savaşları. Hatta aynı dili ve dini olanların kendi aralarındaki etnik savaşlar. Ruanda’daki soykırım, Bosna Hersek soykırımı. Daha ölenlerin kanları kurumadı. Tarihte olanları, Yahudi soykırımı? Geçmişte insanların yaptıkları gelecekte yapacaklarının göstergesi, değil mi?

Çok ama çok nazik bir yere parmak basmıştım. Gülşah her dediğinde haklıydı. Devam etti;

  • İnsanlardaki hırs, açgözlülük, her şeye sahip olma ve muktedirlik arzusu olduğu sürece dünya nasıl daha güzel bir olacak? Söyleyebilir misin bana? Gözleri paradan ve kazanmaktan başka bir şey görmüyor.

Derin bir nefes aldım. Duyduklarımı sindirmeye çalışıyordum. Gülşah’ın söyledikleri zihnimde yankılar yaparak tekrar edip duruyordu. Cemal kenarda çaresiz bir görünüm içinde dinliyordu.

  • Efsanede anlatılan ihanet nedir? Gerçekten Cemşap var mıydı?
  • Evet. İhanet diye bir şey de söz konusu değil. Yeraltına girişi efsanedeki gibi olmasa da -çünkü bunu biz böyle anlattık- vardı. Sonraki şifa için şahmaranın yakalanması, öldürülmesi bizim efsaneye katkımız. Şimdi insanlar da efsaneyi böyle bilip anlatıyorlar. Cemşap bir koruyucu. Aynen Cemal’in olduğu gibi. Belki biraz da senin.

Tekrar yola koyulduğumuzda Gülşah kıvrılıp uykuya daldı. Bu şekilde tatilin de keyfini çıkarmak zor olacaktı. İçimden söylene söylene Antalya’ya doğru yol alıyorduk. Cemal hala ağzını açıp tek kelime etmemişti.

Antalya’nın Beldibi ve devamındaki Kemer, Tekirova, Çıralı, Adrasan bölgesinin doğası farklıdır. Antik kentlerin büyük bir kısmının buralarda olmasının bir nedeni olmalı. Faselis (Phaselis) antik kenti görülmeye değer bir ören yeridir. Kumluca’da (Çıralı) Olimpos’un sönmeyen ateş efsanesi de bu yöreye aittir. Buraya Yanartaş derler. Sönmeyen bir ateş geçmişten gelen izleri sürdürmek için yanar da yanar… Likyalılar nereye yerleşeceklerini iyi biliyormuş. Çam ağaçları Tahtalı dağı ve Beydağlarının doruklarından başlayıp yayıla yayıla Antalya Fethiye yolunu atlayıp denize kavuşur. Yeşil ve mavi iç içe girmiştir. Biri nerede biter diğeri nerede başlar anlamakta zorlanırsınız. Bu yeşilin ve mavinin sizi davet ettiğini hisseder kendinizi huzur içinde kollarına bırakır gözlerinizi kapar Likyalıları hayal etmeye başlarsınız.

Beldibi’nde odaları çam ağaçlarının altındaki iki katlı binalarda olan tatil köyüne yerleştik. Hemen arkadaki dağlarda başlayan çam ormanı sahilde denizin uçsuz bucaksız mavisine kavuşuyordu. Kâh sahilde kâh havuzun kenarında güneşin altında vakit geçiriyorduk. Akşamları tatil köyünün düzenlediği eğlencelere katılıyorduk. Her şey yolunda gidiyor gibiydi. Sakin ama huzuru biraz kaçmış halde. Sayılı gün çabuk geçermiş. Kesinlikle. Kimsenin fikrini sormadan dönüş için Fethiye yoluna devam ettik. Kimse de ses çıkarmadı.

Tarihin tekerrürü

İşimin kaçınılmaz yanı olarak yine yurtdışı görevi verildi. Ancak bu sefer yön Uzakdoğu kadar uzak ve uzun değildi. Romanya’da iki hafta sürmesi planlanan bir sistem devreye almaydı. Bunu Cemal’le paylaştığımda yüzü asıldı ve;

  • Sen şimdi gider gelmezsin, ben de burada tek başıma kalırım

diye sitemkâr lafları sıralamaya başladı.

  • Sen de gel
  • Nasıl?

Haklıydı. Çok istemesine rağmen bunu yapabilecek durumu yoktu. Bir yanında Gülşah diğer yanında “o” elini ayağını bağlıyordu.

Bizim iki haftalık görev süresi planlamacıların şaka olsun diye söylediklerine uygun hale geliverdi;

“Bir plan yaparken saatleri güne, günleri haftaya, haftayı aya ve ayları yıllara çevirerek devam et”

 Evdeki hesap çarşıya uymamıştı ve yapacak bir şey yoktu. Cemal’le haberleşmemiz sürse de işin teslim süresi yaklaştığı son iki haftada tamamen kesintiye uğradı. Bunda dönüş zamanı yaklaştığı için umursamazlığımın etkisini kabul etmem gerek. Son hafta zaten gündüz ve gece birbirine girdi. Hep iş sona ermeye yakın problemler ve eksiklikler üst üste gelir.

Nihayet nisan ayının ikinci cuma akşamı gece yarısını geçe evden içeri girdiğimde yorgunluktan bitkin haldeydim. Sadece uyumak ve dinlenmek istiyordum. Bütün hafta sonum evde sırt üstü yatıp dinlenmekle geçti. Cemal’i aramak aklımdan geçse de çağırırsa kıramam giderim düşüncesiyle aramadım.

Haftanın ilk iki günü de rapor vermek ve işleri toparlamak uğraşlarıyla koşuşturma içinde geçti. Çarşamba günü biraz rahatlamış etrafı görecek hale gelmiştim. Cemal’i aramak yerine sürpriz bir ziyaret yapma fikri aklıma yerleşti. İş çıkışı direkt Cemal’in evine gittim. Zili çaldım. Açan yok. Kapı duvar. İçeride hayat belirtisi yok. İyice merak içinde telefonunu aramaya başladım. Üçüncü arayışta açıldı. Ancak gelen ses Cemal’in değildi. Kendimi tanıttım. Babasıymış.

  • Cemal’e ulaşamıyorum. Telefonu da sizde. Ne oldu? İnşallah kötü bir şey yoktur.

Babası;

  • Bizde ulaşamıyoruz ve nerede olduğunu bilmiyoruz.

Yorgun ve dertli anlatmaya başladı. On gün önce Cemal’i aramışlar. Cevap vermemiş. Aramaya devam edip uzun bir süre cevap alamayınca babası kalkıp gelmiş. Cemal’in arabası kapının önünde duruyormuş. İyice meraklanmış ve korkmuş. Bu korkuyla eve girmiş. Telefon ve cüzdanı sehpanın üzerindeymiş. Kimlik, ehliyet, kredi kartları yerli yerinde iken hiç nakit para yokmuş. Evde her şey yerli yerindeymiş. Bu korkuyla polise gidip kayıp ihbarı yapmış. Ancak polis de yaptığı inceleme sonunda başladığı araştırmadan bir şey çıkmamış. Babasını “bir şey çıkarsa haber veririz” diye göndermişler. Adam neredeyse ağlayacak vaziyette bunları anlattı. Dayanamadım sordum;

  • Banyoda küvette olan

diye devam ederken lafımı kesti;

  • Onu biliyor musun?
  • Evet
  • O da yoktu. Banyo ve küvet tertemizdi.

Sormaya devam ettim;

  • Kız arkadaşıyla konuştunuz mu? O ne diyor?

Bu sefer babası şaşkınlık içinde;

  • Kız arkadaşı mı vardı? Bize hiç bahsetmedi.

Anlatmaya başladım;

  • Adı Gülşah. Tanıştığımda bana da sürpriz olmuştu. Çok iyi anlaşıyorlardı. Cemal, Gülşah ve O birlikte yaşıyorlardı.

Gittiğimiz Antalya tatilini detaylarıyla anlattım. Babasının bunlardan hiç haberi yoktu. Sesinden hissettiğim kafası iyice karışmış ve çıkmaza girmişti. Büyük bir üzüntü içindeydim. Ne söyleyeceğimiz ve ne yapacağımı bilmiyordum. Polisin araştırmasına yardımcı olabileceksem gidip konuşabileceğimi söyledim. Ancak söylediklerinden polisin bu olayı ancak kendilerine duyuru yaptıkları diğer şehirlerden bir haber geldiğinde ele alacaklarını anladım. İçim daralmaya başladı. Nefes almakta zorlanıyordum. Düşünemiyordum. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Yapacağım bir şey olursa aramalarını ve ilk fırsatta kendilerini ziyaret edeceğimi söyledim.

Günler neden her şey normalmiş gibi sürmeye devam eder? Etrafa baktığımda insanlar kendi zamanlarında yaşamaya devam ediyorlar. Herkesin bir meşgalesi var. Bir insan, sevdiğim bir arkadaşım kayboldu. Neden insanların bunda haberi yok? neden biri çıkıp “burada” diyemiyor? Biçare vaziyette eski grup arkadaşlarımla bir araya geldim. Onların da haberi benim vasıtamla oldu. Kendi gayretlerimizle ulaşabildiğimiz her sosyal çevrede araştırmaya başladık. Arada bir babasını Cemal’in telefonundan arayıp bilgi veriyordum. Bu numarayı aramak bende bir an Cemal’in sesini duyacağım umudunu yaşatıyordu. Ama bir türlü olmuyordu. Polisi de arayıp soruyordum. Bıktırmıştım onları da. En sonunda açık bir şekilde “aramamamı” söylediler. Yok yok yok. En ufak bir iz yok. Sanki yer yarıldı da içine girdi.

Zaman ilaç oluyor mu? Göz görmeyince gönül katlanabiliyor mu? Bu soruların cevabı kocaman bir “hayır”. Unutulmuş gibi görünse de Her şey bilinçaltının bir köşesine yerleşip ara sıra seni sıkıştırmak için keyfine bakıp uygun anı gözlüyor. Ve ne yazık ki sen bunun farkına bile varmıyorsun. Ancak günlük olayların getirdiği öncelikler etkili olmaya başlıyor. Belki de insan farkına varmadan önceliklerini değiştirmeye başlıyor. Kim bilir bu da rahatlamanın, hayata devam etmenin bir yöntemi. Aksi halde düşüncelerin baskısı hayatı yaşanmaz hale getirecek.

Bende farklı olmadı. Öncelikleri işe vermeye başlayınca Cemal’in babasını aramalarım seyrekleşmeye başladı. Aynı şeyleri tekrar etmek bize acı vermeyi sürdürüyor başa sarıyorduk. Ağzımıza almasak da “ölüm” ikimizin kafasında gezinen bir kavramdı. Bunu hissedebiliyor dillendirmek istemiyorduk. Nişanlanmam araya girince görüşmelerimizin arası iyice açılmaya başlamıştı. Törene davet etmeme rağmen gelmediler. Bir yandan ve gecikmeden evlilik hazırlıklarına başlamıştık. Bu da ayrı bir telaş. Bu koşuşturmanın arasında “artık arasam iyi olur” dediğimde telefon açılmadı. Tekrar aramalarım hep cevapsız çağrıya düşüyordu. Birkaç gün ara verip inatla tekrar denediğimde “bu numara artık kullanılmamaktadır” sesli mesajı ile içimde büyüyen boşlukla geçmişi anımsamaya başladım. Daha fazla beklemeden Cemal’in bana verdiği tarife göre Bostanlı vapur iskelesinden içerlere doğru yürümeye başladım. Demirköprü’ye yaklaştıkça evleri gözlemeye başlamıştım. Apartmanı bulmam kolay oldu. Tam köşede altında araba park yeri olan soluk mavi boyalı bir bina. Zili çaldım. Açan olmadı. Israrlar çalmaya devam ettim. Yine ses seda yok.

  • Kimi aramıştınız?

Sol arka tarafımda dikilen adamın sorusuydu. Halinden belliydi, apartman görevlisi olduğunu düşündüm. Zilin üzerini okumuştum.

  • Ulvi beylere bakmıştım.

Adam başını sağa sola doğru sallayarak;

  • İki hafta önce apar topar taşındılar.
  • Nereye gittiklerini söylediler mi? Bir adres, telefon numarası bıraktılar mı?

Yine başını sallayarak;

  • Yok, hiçbir şey söylemeden gittiler.

Öylesine kaldım. Yapacak bir şeyin kalmamasının insanı bu kadar umutsuzluğa düşürebileceğini ilk defa orada anladım. Bütün yaşananlar geçmişte yerini almaya doğru yol alıyordu. İçim yine yanmaya başladı. Adam gitmemi bekliyordu. Teşekkür ettim ve sahil yoluna doğru ayaklarımı sürükleyerek yürüdüm. Bir yandan da başka ne yapabilirim diye düşünmeden edemiyordum. Aklıma gelen hiç ama hiçbir fikir yoktu.

Bunları unutmak kolay değil. Mutlaka daha baskın bir şeylerle uğraşmak gerekiyor. Bir yandan işe saldırırken diğer yandan evlilik hazırlıklarına sığınmak, kendi zamanımı yaşamaya gayret etmek bana kurtuluş gibi gelmişti. Ama değilmiş. Bunu uzun zaman sonra anlayacaktım.

>>> Devam edecek… Beşinci (Son) bölüme geçebilirsiniz.

Tekrar Antalya yollarında

Kayınbiraderimin ilk görev yeri Sarıkamış’tı. Sarıkamış’ta ziyaretlerine gitmek kısmet olmamıştı. Kucağımızda bebeğimiz gözümüz o kadar yolu bir türlü almamıştı. Daha yeni Ilgın Konya’ya atanmış, taşınmışlardı. Nispeten hem daha yakın hem de oğlumuz beş yaşlarındaydı. Böyle bir seyahat artık bizi ürkütmüyordu. Eşimle birlikte yıllık izinlerimizi ayarladıktan sonra yola çıktık. Beş gün kadar kayınbiraderde kalıp daha sonra birkaç gün kendi kendimize bir tatil yerinde ve son bir iki gün de tekrar iş hayatına hazırlık için evde olacak şekilde yaklaşık on günlük bir planımız vardı.

Ilgın, Afyon Konya karayolunun yaklaşık 150nci kilometresinde yer alan küçük şirin bir kasabaydı. Gittik ve güzel vakit geçirdik. Dönüşe geçtiğimizde kalan günlerde ne yapacağımız hala belli değildi. Akşehir’e yaklaştığımızda yönümüzü Yalvaç’a verdik. Harita bu yolu Isparta, Burdur üzerinden Antalya’ya bağlıyordu. Dağların doruklarını aşarak Eğridir gölü kıyısından Isparta’ya indikten sonra Burdur istikametini tuttuk. Burdur’dan çıkarken eşim;

  • Buralarda güzel bir mağara olduğunu duymuştum

dedi. İster istemez irkildim. İnsuyu mağarası… Bir kere daha… Anılar tetiklenmişti. Sakin kalmaya çalışarak;

  • Evet var, görmek istersen gidebiliriz. Yolumuz üstünde.

Tahmin ettiğiniz gibi oldu. Mağaranın gizemli alemine girdik. Benim elimde hem fotoğraf makinası hem de video kamera bir yandan fotoğraf çekmeye diğer yandan eşim ve çocuğumun video kaydını yapmaya çalışarak son seyir terasına kadar geldik. Derin bir nefes aldım. Zihnim film makinasını çalıştırmış geçmişi yaşamaya başlamıştım. Eşim;

  • Burası oldukça serin hadi dışarı çıkalım
  • Siz yürümeye devam edin ben biraz çekim yapıp hemen geliyorum.

Onlarla birlikte on onbeş adım geriye giderek kamerayı çalıştırdım ve tekrar seyir terasına doğru yürümeye başladım. Durup mağaranın derinliklerini çekiyordum. Eşim tekrar seslenince başımı çevirip;

  • Hemen geliyorum

diyerek yavaş hareketlerle geriye dönüp yürümeye başladım ve mağaradan çıkıp yolumuza devam ettik. Antalya’daki birkaç gün iyi gelmişti.

Videodaki

Her tatilin bir sonu var. Belki de tatilleri güzelleştiren de bitecek olmasını bildiğimizden her anını değerlendirmekten kaynaklanıyor. Dönüş yolumuz Fethiye istikametindendi. Eve dönmek, evde olmak, huzur veren bir duygunun insanın içine dolmasına neden oluyor.

Fotoğraf çekmek, video kaydetmek güzel de sonrasında bunların basılması, düzenlenmesi ayrı bir uğraş. Filmleri baskıya verdikten sonra videoları kameranın kasetinden normal VHS’ye düzenleyerek geçirme çalışmalarına başladım. Bu işi genelde çocuk yattıktan sonra sakin bir ortamda yapmayı tercih ediyordum.

İnsuyu videolarını aktarmaya başlamıştım. Her yolunda gidiyordu. Son seyir terası görüntülerinde karanlığın içinde çakan ışıklar gördüğümde bir anlam veremedim. Herhalde arkada gezmeye gelenlerin fenerlerinin yansımasıdır diye düşündüm önce. Görüntüler akmaya devam ettiğinde dönüş yolunda sadece giden eşim ve çocuğum vardı. İyice şaşırmıştım. Çekerken görmediğim ve anlayamadığım bir şey olmuştu. Eşime sorduğumda o da böyle bir şeyi fark etmemiş. Kayıtları temize çekme işlemi bitti, yattık ve hayat kaldığı yerden akmaya devam etti.

Çok iyi hatırlıyorum. Üç akşam sonra. Televizyonda biraz belgesel tarzda ikinci dünya savaşına ilişkin bir film izliyorduk. Müttefiklerin çıkarma yapmaya hazırlanan iki gemisi hafif sisli bir ortamda haberleşmeye çalışıyorlar. Karşılıklı iki asker projektörlerle ışıkları yapık söndürerek mesaj gönderiyor. Birden zıplayıp;

  • Morse alfabesi

Diye bağırdım. Aklımdan deli düşünceler geçiyordu. Mağaradaki ışıklar morse alfabesi olabilir miydi? Eşime düşüncemi söylediğimde;

  • Sen delirdin m? Mağaranın içinde ne alakası var

Tekrar videoyu açtım ve ışıkların nasıl yanıp söndüğünü anlamaya çalıştım. Eşim tuhaflaştığımı söyleyip şaşkın bir şekilde beni izliyordu. Evet, ışıklar kısa ve biraz daha uzun yanıyordu. Elime kalemi alıp bunları “kısa” ve “uzun” diye tanımlayarak kâğıda yazmaya başladım. Delirmiş olabilirdim. İnternette morse alfabesi arattığımda çıkan web sayfalarından aklıma yatan bir tanesini açtım. Aldığım notları nokta ve çizgiye çevirmem gerekiyormuş. Yaptım. Hangi kelimelere karşılık geldiğini bulmaya çalıştığımda bazı harfleri yazsam da bu alfabenin nasıl kullanılacağını bilmeden bunu yapmanın doğru bir yaklaşım olmadığının farkındaydım. Geriye tek bir şey kalıyordu. Bilen birisine sormak. Bir gemici ile konuşmak.

Limana girmek kolay olmadı. Ne olduğunu anlatmakta bayağı zorlandım ama sonunda yöneticileri biraz da çalıştığım firmanın adını kullanarak ikna ettim. Aldığım not ve kamera yanımdaydı. En yakın gemiye yönelip merdivenin başında duran kişiye kaptan ya da yetkili biriyle görüşüp görüşemeyeceğimi sordum. Kaptan şehre inmiş. İkinci kaptana haber verdiler. Geldi. Meramımı anlattım. Haberleşmeden sorumlu teknisyeni çağırdı. Notlarımı gösterdim. İlk tepkisi;

  • Evet, bunlar morse alfabesi gibi, ancak orijinalini görsem daha iyi olur. Bilmediğiniz için hatalı bir tanımlama yapmış olabilirsiniz

dedi. Haklıydı. Zaten ben de böyle düşündüğüm için gelmiştim. Hemen kamerayı çıkarıp videoyu açtım. Merakla bekliyordum. İki kere izledi. Üçüncü seferde izlerken ışıkları morse diliyle yazmaya başladı. Bitirdi. Kağıttaki işaretler “…  .-..  –“  şeklindeydi. Bana döndü;

  • Bizim kullandığımız hazır kalıplar vardır. Bu kalıplarla uzun cümleleri kısaca ifade ederiz. Burada mesajı gönderen karanlık sularda sizi görmüş ve tanımış.

(Bu arada mağaranın karanlık olması ve ekranın küçük olması nedeniyle ortam anlaşılamıyordu. Ben de açıklama yapmadım. Sanki karanlık denizde bir tekne ya da kayıktan genel işaretmiş gibi algıladılar)

Devam etti;

  • Çok kısaca size “selam” anlamına gelen “slm” diye bir mesaj göndermiş. Belli ki bu kullanım tarzı aranızdaki bir kısaltma. Hepsi bu.

Bunları anlatmakla sözümden çıktığımı düşünmüyorum. Ölümü bir kenara koyarsak, eğer Cemal’le tekrar karşılaşacağıma ilişkin bir ışık görseydim yine anlatmazdım. Aradan geçen bunca zamanda ne yazık ki artık bütün umudumu yitirmiş vaziyetteyim.

Köyceğiz, Şubat 2023

Kaynaklar:

Okyar Atilla

Geçmişte bir ara mühendisti. Şimdi tam zamanlı yönetici, gerçek zamanlı fotoğrafçı. Gündem "Fotoğraf" ise akan suları durdurur. Seyahat denildiğinde kapının önündedir. Klasik müzik ve kitap olmazsa olmazıdır. İki sokak köpeği, muhtelif sayıda kedi ile sürekli temas halindedir. Hızını alamadı mı dağda bayırda bulduğu gerçek köpeklerle konuşur. Sürekli sorgular. Merak ettiği bir konu olursa elinden kimse alamaz. "Bilgi ve sevgi paylaştıkça çoğalır" ilişkilerinin ana fikridir.

Paylaş
Yazar:
Okyar Atilla
  • yakın zamanda gönderilenler

    Ayaklarımızla zum yapmakla zum lens kullanmak arasındaki farklar

    Bir özneye yaklaşmakla veya ondan uzaklaşmakla (ayaklarınızla zum yapmak) bir zum lensi kullanmakla aynı şey…

    % gün önce

    Erol Özdayı

    İFOD’un (İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği) kurucu üyelerinden usta fotografçı Erol Özdayı bu metnin konuğu, fotografik…

    % gün önce

    İbrahim Göğer’in yaratıcı çalışmaları

    Bizi diğerinden farkı kılan anılarımız, geçmişimiz. Bugünkü ben, geçmişimle benim, sen de geçmişinle sensin. Anılar…

    % gün önce

    Sunny 16 kuralı nedir, nerede kullanılır?

    Sunny 16 Kuralı, açık ve güneşli bir günde ƒ/16 diyafram ve 100 ISO ile aynı olan bir…

    % gün önce

    Behiç Günalan: Göçün orta yeri hüzün

    Sokaklar… Her kültürün, her toplumsal, bireysel tutum ve davranışın, her sosyal kimliğin, her insani durumun…

    % gün önce

    Fotoloji / Fotologya

    Günün popüler vaziyetini bir kenara bırakıp salimen düşünmekte yarar var. Fotografçı dostlar bir yol ayırımı…

    % gün önce