Fotoğraf: Tekin Ertuğ
Postmodernizm: (…) En genel anlamda yerleşik bakışların yerleşikliklerini sorun haline getirmeye dönük özgül bir bakışı bütün yönleriyle nitelendiren felsefe anlayışı. Başta müzik, sinema, tiyatro, resim, yazın olmak üzere sanatın hemen bütün alanlarında genelde bütün geleneksel sanat anlayışlarına, daha özeldeyse modernist yaklaşımlara karşı tepki olarak doğmuş bir dizi yenilikçi ve tepkici deyiş ile biçemi anlatan sanat felsefesi terimi. … Daha ilk bakışta ‘postmodernizm’ teriminin bir anda ortaya çıkan belli bir düşünsel akımı adlandıran bir terim olmaktan çok, alabildiğine geniş bir tarihsel birikim üstüne ‘kendiliğinden’ yapılanmış postmodern olmak anlamında yan yana bir dizi değişik yaklaşımı, tutumu ya da yordamı taşıyan ortak düzleme gönderdiği söylenebilir. ‘Post’ ön takısı nedeniyle ‘modern’den sonra gelen birşeyi anlatıyor olması, daha terimin kendisinde içerimlenen modern olandan tam olarak neyin anlaşılacağına yönelik derin tartışmaların halen olanca hızıyla sürüyor olmasına bağlı olarak, ister istemez postmodernizmin de tam olarak ne anlama geldiğinin bulanık kalmasına, daha da önemlisi çok değişik biçimlerde anlaşılmasına yol açmaktadır. [1]
Paradigma Felsefe Sözlüğüne göre (ise) postmodernizm, bir taraftan modernlik ve aydınlanmaya ilişkin ‘felsefi eleştiri’ anlamına gelirken, diğer taraftan da sanatsal ve kültürel alanda Batı toplumundaki bir ‘evre’ye tekabül etmektedir. (İlgili sözlük; Ahmet Cevizci) Başka bir deyişle felsefi postmodernizm, modernizmin entelektüel evrenine ilişkin radikal ve kuşkucu bir felsefi eleştiriden meydana gelmektedir.[2]
***
Şimdi entelijansıyanın modernizm ve postmodernizme dair söylemine, açıklama ve analizlerine; gerek destekleyici, gerek sorunsallaştırıcı, gerekse her iki durumun olumlu-olumsuz yanlarını ortaya koyan yaklaşıma sahip düşünür ve yazarların metinlerine bakalım.
“Post-moderni anlamak ve sorgulamak için, ilkin modernin anlamını kavramak zorundayız… ‘Modernlik’ ve ‘modernizm’ kimileyin birbirinin yerine kullanılabilen, kimileyin farklı anlamlar verilen iki terimdir. Ben ikinci yolu izleyeceğim. ‘Modernlik’ terimini modern dünyayı doğuran değişimlerin hepsini -düşünsel, toplumsal ve politik değişimler- kapsamlı bir şekilde tarif etmek üzere kullanıyorum. ‘Modernizm’ ondokuzuncu yüzyılın sonunda batıda ortaya çıkan bir kültürel harekettir; ve sorunları daha da karmaşıklaştırmayı göze alarak söylenmeli ki, modernizm bir açıdan modernliğe karşı gelişen eleştirel bir tepkiydi. …Olması gerektiği gibi, bizzat sözcüğe eğilerek işe başlayalım. Modo’dan (‘son zamanlar’, ‘tam şimdi’) gelen modernus, hodiernus (hodi’den, ‘bu gün’) modelinden hareketle Latincede yaratılmış bir sözcüktür. İlk olarak İsa’dan sonra beşinci yüzyılın sonunda antiqus’un karşıt anlamlısı olarak kullanıldı. Daha sonraları, bilhassa onuncu yüzyıldan sonra modernitas (‘modern zamanlar’) ve moderni (‘bugünün insanları’) terimleri de yaygınlık kazandı. Modernlik bundan dolayı Hristiyan Ortaçağların bir icadıdır. …Eski dünya pagandı, modern dünya ise Hristiyan.”[3] “…modernus, novus terimleri ve bunlardan türeyen sözcükler anlam açısından zamansal olmaktan ziyade küçültücü terimlerdi… Ortaçağ anlayışı açısından modernitas terimi küfür yerine geçen aşağılayıcı bir anlam taşıyordu; zamanın ve geleneğin kutsamadığı yeni herhangi bir şey kuşkuyla karşılanıyordu… Değer tamamen eski olana aitti… Antiquitas şunun gibi kavramlara eşanlamlıdır: auctoritas (otorite), gravitas (saygınlık), majestas (azamet).”[4] …”Modernus sözcüğü Latince bir sözcüktür. Bu büyülü sözcük aslında ilk olarak 5.yy’da dinsizliği reddetmek (paganizm) anlamında, Hristiyan toplulukları işaret etmek için kullanılmıştır. (…) Modern kavramının ilk anlamı Hristiyan olma, günümüzde ulaştığı son anlamı ise Batı’lı olmaktır. …17.yy’da Fransa’da akılcılığın yükselişi durdurulamaz ve klasikler reddedilmeye başlanır. Bir Eski/Yeni kavgası başlar. …Sonuçta bu kavgada öne çıkan, kazanan taraf ‘yeni’ yanlılarıdır. Fransız edebiyatında bu ‘Eski/Yeni’ kavgasında (Les Querelles des Anciennes et des modernes) ‘yeni’yi karşılayan sözcük ‘modern’ sözcüğüdür. …Aslında modernlik, ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ ütopyası, (…) Tanrı iradesi yerine insanın özgür iradesini temel alma yolundaki kararlılıktır. (Dostoyevski’nin burun kıvırarak ‘dünya üzerinde laik bir cennet oluşturma düşü’ dediği şey yani)[5] …“Modernlik, burjuvazinin ürettiği bir olgu. Burjuva denilen yeni insan tipi, organlarının tam teşekkül etmiş haliyle asıl 19.yüzyılda kendisini gerçekleştirmiş olmasına karşın, avatarının ilk müjdelerini 14.yüzyıl İtalya’sında verdi. Kapanışının eşiğindeki bir ortaçağ dekorunda, yıkılan bir dünyanın döküntüleri arasında yepyeni bir inşa faaliyeti: Büyük bir enerji patlamasının temellerini attığı kapitalizm. Ticari çarkların dünya ölçeğinde dönmeye başladığı, Medicilerin Floransa’da ilk bankayı kurduğu, feodalizmin ve ona bağlı değerlerin çözülmeye yüz tuttuğu, bireyciliğin serpildiği, Avrupa semalarını örten gotik bulutların yavaşça dağıldığı kritik bir kesit. …peşi sıra açılan Rönesans Çağı, zirveye doğru bu akılalmaz koşunun ilk ve en önemli fazı. Rönesans burjuvazisi ve aydını, bu gün anlamakta zorlanabileceğimiz bir zihin ve ruh halini temsil eder. Din eksenli ortaçağ paradigması ile akıl eksenli yeniçağ paradigması arasında, bir gerilim hattı üzerinde ilerleyiş. …Da Vinci, Giotto, Colombo, Magellan, Kopernik, Galileo, Bruno… bir yanda. Derdest olan feodalite, palazlanan merkantilizm, çöken kilise, yok olan metafizik, yükselen bireycilik… diğer yanda. …Söz Kopernik kozmolojisini telaffuza yeltendiği an kekemeleşir. Susar. Susar ve dilinin dönmediği yeni bir dili konuştuğu için Bruno’yu ateşte yakar. Yeni dil, söz’le göbek bağını kesen, kendi üstüne/içine kapanarak kendi gerçeklerini konuşan, metafizikten soyunmuş bir dildir. Söz’ün geldiği yere, göklere kovuluşu ve yerini yazı’nın alışıyla gerçekleşen dil devrimi, Rönesans’la başlayan modernliğin zorunlu bir sonucudur. Gerçi erken ortaçağda meydana gelen sürpriz bir gelişme de küçük çaplı bir devrim sayılabilir. 5.yüzyılda Aziz Augustinus, bilindiği kadarıyla tarihte ilk defa, sesli metin okuma tarzını yana koyarak yeni bir yöntem geliştirdi. Sessiz, içinden okuma. …Augustinus, klasik filozofların sonuncusu, bu büyük kilise babası hangi amaçla kadim bir geleneğe sırtını döndü, bilinmiyor.”[6] …“Genel olarak ‘modern’ felsefenin Rene Descartes ile başladığı ve modern felsefeyi farklı kılanın da Descartes’in özel içe dönüş manevrası olduğu düşünülüyordu: ‘Düşünüyorum’a o ünlü dönüş. …Sanat tarihi de… benzerlik gösterir. Sanatta modernizm, öncesinde ressamların insanları, manzaraları ve tarihsel olayları aynı bunların göze görüneceği gibi resmederek, dünyayı onun kendini sunduğu biçimde temsil etmeye giriştiği bir noktaya işaret eder. Modernizmle birlikte bizatihi temsilin koşulları merkeze oturur; böylece sanat da bir anlamda kendi kendinin süjesi haline gelir. Clement Greenberg 1960 tarihli ‘Modernist Painting’ (Modernist Resim) adlı ünlü makalesinde …‘bana kalırsa, bir disipline özgü yöntemlerin tam da disiplini eleştirmek için kullanılmasında yatıyor; disiplinin altını oymak için değil, yetkinlik alanındaki yerini daha da sağlamlaştırmak için.’ Greenberg’ün modernist düşüncenin modeli olarak felsefeci Immanuel Kant’ı seçmesi de ilginçtir: ‘Eleştirilerin bizatihi araçlarını ilk eleştiren Kant olduğu için, onu ilk gerçek modernist olarak tahayyül ediyorum.’ Kant felsefesinin bilgimize katkıda bulunmaktan çok bilginin nasıl mümkün olduğu sorusuna yanıt verdiğini düşünüyordu. …sorulması gereken şuydu: Resim sanatını temsil odaklı gündeminden saptırıp temsil araçlarının temsilin nesnesi haline geldiği yeni bir gündeme sokan ilk modernist ressam kimdi? Greenberg’in gözünde Manet, modernist resmin Kant’ı olmuştu: ‘Manet’nin resimleri, üzerine boyandıkları yassı yüzeyleri açıklıkla ortaya sermeleri sayesinde ilk modernist resimler oldu.‘ Modernizmin tarihi ise buradan hareketle ‘kullandıkların renklerin tüp ya da kaplardan çıkan boyanın rengi olduğuna dair bir kuşkuya yer bırakmamak amacıyla taslak çizmeye ve vernik kullanmaya tövbe etmiş’ izlenimcilere, oradan da ‘çizim ve tasarımı tualin dikdörtgen formuna daha açık bir şekilde oturtabilmek amacıyla gerçeğe benzerlikten ya da doğruluktan fedakârlık eden’ Cezanne’a uzandı. Greenberg işte böyle adım adım ilerleyerek Vasari’nin tanımladığı geleneksel temsili resim anlatısının yerini alacak bir modernizm anlatısı inşa etti. …Greenberg’ü modernizmin büyük anlatıcısı olarak ele almak durumundayım: …Modernizm kavramı, şayet Greenberg haklıysa, mesela maniyerizmin XVI. yüzyılın ilk otuz yılında başlayan bir üslupsal dönemin adı olmasından farklı olarak, yalnızca XIX. yüzyılın son otuz yılında başlayan bir üslupsal dönemin adı değildir ve bu önemlidir: Maniyerist sanatçı Rönesans resmini takip etmiştir, kendisinin ardından da sırasıyla barok, rokoko, neoklasizm ve romantizm gelmiştir. Bu akımlar resmin dünyayı temsil tarzında, hatta denebilir ki renklendirme tekniklerinde ve haletiruhiyede meydana gelen derin değişimlerdir. …(Benim kronolojimde ilk modernist ressamlar Van Gogh ve Gauguin’dir). Netice itibariyle, Aziz Pavlus’un tabiriyle yetişkinlerin ‘çocukça şeyleri bir kenara bırakması’ gibi, modernizm de kendinden önceki sanat tarihi ile arasına bir mesafe koyar. Mesele şudur: ‘Modern’ yalnızca ‘en yakın tarihli’ anlamına gelmez.”[7] …”Bazı insanlar, Modernite’nin başlangıcını 1436 yılıyla, Gutenberg’in oynar matbaayı icadıyla, bazıları 1520 yılıyla ve Luther’in kilise otoritelerine isyanıyla, başkaları 1648 yılı ve Otuz yıl Savaşları’nın sona ermesiyle; bazıları 1776 Amerikan ya da 1789 Fransız devrimleriyle tarihler; oysa birçoğu için modern zamanlar, 1895’te Freud’un ‘Rüyaların Yorumu’nun yayınlanışı ve güzel sanatlarla edebiyatta ‘modernizmin’ doğuşuyla başlar.”[8] …“Modernliğin yeni bir endüstriyel ve sömürgeci dünya kurduğu dinamikler ‘modernleşme’ olarak betimlenebilir. Modernleşme, hepsi birarada modern dünyayı oluşturan bireyselleşme, sekülerleşme, endüstrileşme, kültürel farklılaşma, metalaşma, kentleşme, bürokratikleşme ve rasyonelleşme süreçlerini anlatan bir terimdir. Ne ki, modernliğin inşası, kapitalist endüstrileşmenin baskı altına aldığı köylüler, proleterler ve zanaatkârlardan başlayıp kadınların kamusal alanda dışlanmasına ve emperyalist sömürgeleştirmenin katliamlarına kadar uzanan ve kurbanları açısından fazla dile getirilmeyen bir ıstırap ve felaket de üretti.”[9] …”Bu gün Desiderius Erasmus (d.1467) ve François Rebelais (d.1494) gibi onbeşinci yüzyılda doğmuş yazarları okuduğumuzda onların ‘modernite’lerini kavramak zaman ve çaba harcamamızı gerektirebilir; fakat hiç kimse Michel de Montaigne (d.1533) ve William Shakespeare (d.1564) gibi yazarların yüzyıllardır nabız atışlarımızı etkileyecek tarzda konuşma yeteneklerini sorgulamaz. Bu yüzden, biz burada, münhasıran onyedinci yüzyıl başlarına odaklanmak yerine, modern dünyanın ve modern kültürün tek bir başlangıçtan değil, iki (edebî ya da hümanistik dönem) ikincisinden bir yüzyıl önce tarih sahnesine çıkan iki farklı kaynağa sahip olup olmadığını sorabiliriz. Eğer bu teklifi izler ve Modernite’nin başlangıcını onaltıncı yüzyılda Kuzey Avrupa’da yaşamış bulunan geç Rönesans yazarlarına kadar geriye götürürsek, 1630’da başlayan, birçok Avrupalı’yı ilkine, yani edebî ve hümanistik döneme kadar geri götüren ikinci bir dönemi, yani bilimsel ve felsefî dönemi keşfedebiliriz.”[10] …”ortodoks görüşe göre Modernite, ekonomik refahı mümkün kılan, Kiliseden gelen baskıyı azaltan ‘rasyonaliteye’ onyedinci yüzyıldaki inançla başlamıştır; ancak yeni bir bakış çok daha kompleks bir hikâye ortaya koyar. Modern çağın anahtar özellikleri tek bir entelektüel başlangıcın değil iki farklı başlangıcın ürünüydüler. İlki nisbî refah zamanlarında yaşamış bulunan Erasmus’tan itibaren Rönesans hümanistlerinde şekillendi ve bir ‘makûl’ ve dinî hoşgörü kültürü inşa etti. İkinci başlangıç ekonomik kriz zamanlarına -hoşgörünün başarısızlık gibi görüldüğü ve dinin kılıca sarıldığı zamanlar- hümanistlerin ılımlı kuşkuculuğunu terk etmek ve bütün dinî konumlar karşısında nötr bir kesinlikle birlikte inançlarımıza temel olacak ‘rasyonel’ deliller aramak suretiyle tepkide bulunan Descartes’la başlayarak onyedinci yüzyılda şekillendi.”[11]
Entelektüel arenanın önemli isimlerinden Alain Touraine, ‘Modernliğin Eleştirisi’ isimli eserinin Önsöz’ünde şunları söyler: “Avrupalılar, çoğu zaman, modernliğin geçmişi ‘sil baştan’ yapmayı zorunlu kıldığını iddia ettiler: ilk ortaya çıktığı dönemde kapitalizm ruhu bu eğilimi taşıyordu. Bu gün ise modern olarak nitelediğimiz, tersine, çeşitliliğe en fazla kucak açabilecek olan, geçmişin anısıyla geleceğin tasarılarını, erkeğe ait olanla kadına ait olanı, gerçeklik ilkesiyle haz ilkesini, bir de, yerel olanla dünyaya ait olanı biraraya getirebilecek toplumdur. …Daha da önemlisi, ister akıl olsun, ister tarih, ulus ya da dinsel bir inanç, tek bir ilkenin topluma egemen olması gerektiğine inanmıyoruz. Modernlik olumlama değil diyalog; saydamlık değil mükemmellik; çoğulculuk değil ayrışıklıktır.”[12] Aynı eserin Sunuş’unda ise: “En iddialı biçimiyle modernlik düşüncesi, insanın yaptığıyla bir olduğunun, dolayısıyla da, bilim, teknoloji ya da yönetimin daha etkili kıldığı üretimle, toplumun yasayla örgütlenmesi ve çıkarların, ama aynı zamanda da, tüm kısıtlamalardan kurtulma isteğinin harekete geçirdiği kişisel yaşam arasında bir denklik ilişkisinin olması gerektiğinin olumlanmasıdır. …bu denklik neye dayanır? Tabii ki aklın utkusuna. İnsanın eylemiyle dünyanın düzeni arasındaki bu denkliği ancak akıl kurabilir. …Bilimi ve bilimin uygulamalarını harekete geçiren akıldır; toplumsal yaşamın bireysel ya da ortak gereksinimlere uyarlanmasını sağlayan da, nihayet keyfiliğin ve şiddetin yerine hukuk devleti ve piyasa düzenini koyan da akıldır. …Nitekim yetişkin, eğitimli, Batılı, erkek insanın egemenliği, çalışanlardan tutun da, sömürgelere, kadınlardan çocuklara değin herkesin üzerine yine akıl ve aklın evrenselliği adına çullanmamış mıdır?”[13] …”En sert biçiminden, en yumuşak, en iddiasız biçimlerine değin modernlik düşüncesi, eski düzenlerin yıkılması ve nesnel ya da araçsal akılcılığın utkusuyla tanımlandığı ölçüde, özgürleştirme ve yaratım gücünü yitirmiştir. …Bu durumda, öbür safa geçip, en modernleşmiş ülkelerde de, zorbaca bir modernleşmenin altüst ettiği ülkelerde de giderek yükseldiği gözlenen milliyetçiliklerin, tikelciliklerin dinsel olsun ya da olmasın irticanın geri dönüşüne alkış tutarak, bunlarla ittifak mı kurmamız gerekir?[14] …”(‘Bu kitap’) Nihayet, modernliğin, Akıl’la Özne’nin, akılcılaştırmayla özneleştirmenin, Rönesans ruhuyla Reform ruhunun, bilimle özgürlüğün gerilimlerle dolu bağıntısı olarak yeniden tanımlanmasını önerecektir. Bu yaklaşım, günümüzde çöküşünü yaşayan modernizmden de, bir hayalet gibi her yerde peşimizden koşan post-modernizmden de uzak bir yerde konumlanacaktır. …Böylesi bir durumda, güçlülerle halkın ayrı evrenlerde yaşadıkları, fetih yapan savaşçıların bir yanda, sıradan insanlarınsa, bundan ayrı, kapalı yerel bir toplumda yer aldıkları toplumlara doğru bir geri dönüşle karşı karşıya olduğumuzu görmemek mümkün müdür? Özellikle de, dünyanın, bir daha düzelmeyecek bir biçimde, araçsallık ve iktidarın egemen olduğu bir Kuzey’le, yitik kimliğinin endişesine kapanmş bir Güney olarak derinlikli bir biçimde bölündüğünü görmemek mümkün müdür?[15] …Modernliğin kendiliğinden akılcı bir toplumsal düzeni getireceği fikri, İngiliz burjuvazisine hayran ve vicdanıyla çıkarlarını bağdaştırabilmede oldukça maharetli olan Voltaire tarafından kabul gören bu fikir, Rousseau için kabul edilemez niteliktedir. Toplum akılcı değildir ve modernlik birleştirmeden ziyade bölme özelliği gösterir. Çıkar mekanizmalarının karşıtı olarak genel iradeyi, özellikle de doğaya, yani akla geri dönüşü koymak, insanla evrenin barışıklığına yeniden kavuşmak gerekmektedir. Rousseau’dan hem (onca demokratik rejimi olduğu gibi, bir o kadar da otoriter rejimi besleyen) halk egemenliği fikri çıkar, hem de devlet karşısında doğayı temsil eden birey fikri.”[16]…”Kapitalizm, ilerledikçe, tıpkı merhamet ve insanlık duyguları gibi akılcı düşünceyi de yok eder. Modern toplum modeli, Sade’in Juliette’de verdiğİ modeldir. Doğa-kadın, kendini tatmin uğruna aşkı unutmuş olan ve araçsal olmayan hiçbir amacı bulunmayan kültür-erkek’in tahakkümündedir.”[17]…“Modern düşünce kaos ortamına, bunalıma çözüm olarak hep ilerlemeyi bir ütopya olarak öne sürmüştür: İleri gidilecek, çağdaş uygarlık düzeyi yakalanacak ve sorunlar bitecektir. İlerleme, birlik, düzen sözcükleri evrensel ilkeler, insanlığın ortak hedefleri durumuna getirilmeye çalışılır. …‘İlerleme’ ne demek? Nasıl ilerlemek? Bu kavramın içeriğinde neler var? İnsanlığın mutluluğunu sağlayabiliyor mu? Modernizm bu soruları sormaz. …modern olana karşı çıkmak, dinden çıkmak, dışlanmak gibi bir anlam içerir. …Modernleşme süreci aynı zamanda bir sömürgeleştirme sürecidir. …modernizm, sömürgeleştirmenin öyküsüdür.”[18]… “Modernleşme, tarihsel olarak Batı dünyasında son üç beş yüzyıl içinde meydana gelen ve her biri kapsamlı bir değişmenin tezahürü olan bir dizi sosyal, siyasal, ekonomik, teknolojik ve kültürel değişmeyi ifade etmektedir. …Modernleşme bir ‘süreç’ iken, modernite bu süreç içinde bir ‘kesit’i ifade etmektedir.”[19]
Tülin Bumin’le devam edelim: “Hegel, Felsefe Tarihi Dersleri’nde tinin Modern Çağlar’daki serüvenini anlatırken Descartes’tan uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra varılan bir ada gibi söz eder: ‘Burada diyebiliriz ki, artık evimizdeyiz ve fırtınalı bir denizde uzun bir yolculuktan sonra bir denizcinin yapması gerektiği gibi, görünen sahili selamlamalıyız; Descartes ile modern çağların kültürü, modern felsefe düşüncesi bu güne bizi getiren uzun ve dolambaçlı bir yolculuktan sonra gerçekten kendini göstermeye başlar.’ Hegel’in selamladığı Modernlik bugün yalnızca eleştirilmiyor, sorgulanmıyor, ama post-modernizm başlığı altında bir yapı olarak bozuma uğratılıyor ya da bozuma uğratılmaya çalışılıyor. Tam da bu yapıbozum çabalarının kendisinden esinlendiği bir başka filozof, Heidegger, Modernlik eleştirisini Descartes üzerinde odaklaştırır: Descartes, her cephede özne-nesne ayırımının, varlığı unutmanın, doğa üzerindeki teknik tahakkümün Modern Çağlar’daki ustası olarak anılmaktadır. Aslında Hegel de Heidegger de bir tarih felsefesinin içinden konuşurlar: Descartes Hegel’e göre gelişen Heidegger’e göre gerileyen, batan bir çizginin üzerinde yer alan can alıcı bir uğraktır. Hegel’e göre Modern Dünya ilerlemenin ürünüdür, tarihin sonucu, hatta sonudur. Hegel, felsefe tarihini (Prusya Devleti’nde bireysel ve tümelin uzlaşmasıyla sonuçlanan) bu sondan itibaren okur. Heidegger için bir çöküntünün, daha Platon’da başlamış olan bu metafizik yapma suçunun Modern Çağlar’daki doruğu, yine Descartes’tır. Hegel için teknik uygarlık, hukuk devleti ve akılsallığın önceliği anlamına gelen Modernlik, Heidegger için artık totaliter deneyimler, doğanın ve insanın teknik sömürüsü ve varlığın unutulması anlamına gelmektedir. Her ikisi için de bir 17. Yüzyıl filozofu olarak Descartes, bu çağın ilk gerçek ürünüdür. Oysa Modernlik ve onun doğa ve teknik tasarımının çok renkli ve kendine özgü bir ‘yakın geçmişi’ vardır: Rönesans.”[20] …”Akılsal bir etkinlik ve üretim olarak felsefenin özgül yapısı ve anlamı üzerine düşünen, aralarında Leo Strauss ve Gilles Deleuze gibi birbirinden oldukça farklı yaklaşımlara sahip olanların yer aldığı yakın dönemin başlıca felsefe tarihçilerinin, bu etkinliği Modern Çağlar’a ait bir filozof örneğinde anlamaya çalıştıklarında, Spinoza’ya özel bir yer ayırmaları dikkate değerdir. Spinoza, hayatı ve düşünceleriyle, felsefenin, varolan toplumsal anlamlandırma çerçevelerine aykırı olan, onları kıran, ‘sapkın’ yöneliminin mükemmel bir örneğidir. …1632 yılında Amsterdam’da İspanyol ya da Portekizli tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğan Spinoza, felsefeye dönmesiyle kendi toplumundan dıştalanmayı eş zamanlı olarak yaşar. Deleuze, onun toplum dışına atılmasını, aslında filozof Spinoza’nın kendini toplumdışı olarak konumlaması tarzında anlamanın daha yerinde olacağını düşünür. Çünkü Spinoza, bir biçimde uzlaşma peşinde olan Yahudi din adamlarının günah çıkarma önerilerine uymak yerine Sinagog’dan çıkışını haklı kılacak bir savunmayı (ileride yazacağı teolojik-politik denemenin bir taslağını) kaleme almayı yeğlemiştir. Bir bağnaz tarafından girişilen saldırının ardından Spinoza, felsefe eğitimini sürdürmek üzere Amsterdam’dan ayrılır. Spinoza’nın, uğradığı saldırının bir anısı (ve belki de şiddetle dıştalanışının bir simgesi) olarak mantosunu sakladığı söylenir.”[21] …Best ve Kellner’dan bir paragraf: “Nietzsche modernliği, ‘daha yüksek türlerin’ rasyonalizm, liberalizm, demokrasi ve sosyalizm tarafından sıradanlaştırıldığı ve içgüdülerin iyice çöküp derinlerde büzülüp kaldığı ileri bir dekadans hali olarak görüyordu. …Heidegger’e göre, hümanizmin ve doğa ile insan varlıkların rasyonel bir tahakküm altına alınması projesinin zaferi, Sokrates ve Platon’la başlamış olan ‘Varlığın unutulması’ (…) sürecinin zirvesidir.”[22] …Nietzsche’nin akıl hocası olarak kabul edilen, hemen her yazısında Hegel’i yerden yere vuran, Monarşi hayranı Arthur Schopenhauer (1788-1860) Burjuva egemen kültürü (modern dönemi), Monark’a duyduğu özlemden ötürü oldukça sert eleştirenlerdendir: “İnsanlar olağanüstü şeyleri söylemek için herkesin kullandığı dili kullanmalılar, fakat tam tersini yapıyorlar. Hiçbir kıymeti olmayan fikirleri muhteşem, görkemli sözcüklere büründürmeye çalıştıklarına ve çok sıradan düşüncelerine en acaip, en işitilmedik, en yapmacık, en nadir ifadeleri giydirdiklerine tanık oluyoruz.”[23] …”Sözün kısası cumhuriyet idareleri düşünce ürünüdürler, dolayısıyla doğaya aykırı ve sunidirler; bu yüzden bütün dünya tarihinde ancak nadir istisnalar olarak ortaya çıkarlar. Nitekim tarihte küçük Grek, Roma ve Kartaca cumhuriyetleri vardı, bunların hepsi varlıklarını altıda beşi veya hatta belki de sekizde yedisi kölelerden teşekkül eden nüfusa borçluydu. Matta 1840’da Amerika Birleşik Devletleri’nde onaltı milyon nüfusun üç milyonu kölelerden oluşuyordu. …Cumhuriyetler genellikle kolay kurulur, ama zor ayakta tutulur; halbuki monarşilerde tam tersi doğrudur. Eğer istenen ütopyacı tasarılarsa sorunun tek çözümünün, akıllı ve soyluların (birlikte yönetimi); en soylu erkeklerle en zeki ve parlak kadınların birleşmesinden meydana gelen bir nesil yoluyla ulaşılan hakiki aristokrasi ve gerçek asaletin Uranlığı olduğunu söylerim. Benim ütopya düşüncem, Platon Cumhuriyetim budur.”[24] …Schopenhauer’den Nietzsche’ye intikal eden ve ‘üst-insan’ fikri olarak ete kemiğe bürünen bu görüş, Nazi Almanyasında (negatif anlamda) karşılık buldu ve ne yazık ki tarihe bir kara leke olarak kazınan vahim sonuçlara yol açtı. Yaşadığımız dönemde ise bütün etik tartışmalara karşın, gelişmiş teknolojiler yardımıyla bu fikrin yumuşak geçişle (gönüllülük temelinde) hayata geçirileceği, daha fazlasının da yapılacağı söylenebilir. …“Kapitalizmin vahşiliğinden modern bireyin yalnızlığına ve yabancılaşmasına, demokrasi kılıfı içerisinde sunulan bütün antidemokratik uygulamalara ve bunun için sürdürülen iktidar mücadelelerine kadar birçok şey, modernite bağımlı üretilen her şeyi masaya yatırmayı ve ilerleme fikrini sorgulamayı gerektirmiştir. Özellikle modern bilim ve teknolojinin ışığı altında olup bitenler, yani bilim ve teknoloji aracılığıyla üretilen evrensel şiddet; dünya savaşları, soykırımlar, dünya çapındaki bunalımlar, toplama kampları, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun genişlemesi eleştirilerin asıl biriktiği alanı oluşturmuştur.”[25] Ve ne yazık ki, ”Toplumda insanlar bilgisizliklerinden değil de fakirliklerinden dolayı utanır duruma gelmişlerdir. Savaşlar sonucu egemenliğini kurmuş olan burjuvazinin aklın eleştirel yönüne artık fazlaca gereksinimi kalmamıştır. Eleştirel akıl zararlı görülmeye başlanmış, öncelik araçsal akıla verilmeye başlanmıştır.”[26]
***
Söz buraya gelmişken, eleştirilerde en fazla öne çıkan ve modernizmin önemli kavramlarından biri olan Hümanizm’in ne olduğuna bakmak icap eder: “Hümanizm, kilise çevresi dışında yarı pagan sayılan, aynı zamanda kültür ve düşünce kökleri bakımından soysuz olan insanların hareketiydi. Dolayısıyla hümanizm, felsefi hareket olarak değil, dünya görüşü olarak doğmuştur. Özü itibariyle hümanizm, Eskiçağ’ın pagan ruhundan esinlenen, Hristiyanlık karşıtı eğilimi olan bir hareket olarak doğup gelişmiştir. Aynı sebepten ötürü Tanrı’yı evrenin merkezine yerleştiren felsefe geleneklerine sıcak bakmayan hümanizm, entelektüel çevresini felsefeden ziyade edebiyat ve filolojiye dayandırmıştır. …hümanizm, insanın saf beşeri tarafını yadsıyan, Platon ve Aristotales’in inandığı gibi, hakikatin bedenden ve cisimden uzaklaştıkça elde edilebileceğine inanan, böylece insan bedenini ve bedensel hazları yok sayarak insanı manastıra kapatmak isteyen Aziz Paulcü-Augustinusçu Hristiyanlık anlayışına bir tepki olarak doğmuştur. Hristiyanlıkta, örneğin onun kurucularından Aziz Paul ve Aziz John’a göre günah ile suç özdeştir. ‘Günah, hukuksuzluktur’. Asli günah, insanların hiçbir hata yapmadığı ve hakkında hiçbir bilgileri bulunmadığı halde doğuştan sahip oldukları ‘ahlaki zaafiyet’ veya ‘sapıklık’ mirasıdır. İnsanların doğuştan getirdiği günahı ortaya çıkaransa isyan veya itaatsizliktir. Aziz Paul’e göre günah, cehaletle veya zafiyetle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir kötülüktür. Günah, ilahi iradeye karşı olan bir iradedir; nihai olarak Tanrı’nın inkarıdır. Havari Çağı’nın (30-100) önemli ismi Yahudi kökenli Tarsuslu Aziz Paul’ün öğretisine göre cinsel isteğin yanısıra bütün bedensel tutkular, safiyane duyguları erdemsizlikle kirleten, onları insan aklı ve iradesine itaatsiz hale getiren ‘asli günah’ın (ancestral sin, original sin) sonucudurlar. İnsanoğlunun tutkulardan tamamen kurtulup saf duygulara bürünmesi, bütün günahları yıkayıp bitiren haşir’le, yani öldükten sonra yeniden dirilmekle mümkün olacaktır. İnsan yaşamının her alanını tanrıyla dolduran ve neredeyse insana yaşayacak hiçbir yer bırakmayan bu katı Hristiyanlık yorumu Ortaçağ boyunca otoriter olmuşsa da, Hristiyanlığın katı ve ılımlı yorumları her zaman varolmuş, Avrupa’nın her döneminde ve coğrafyasında bu yorumlar homojen bir şekilde paylaşılmamıştır.”[27] …”Kökleri ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ diyen Protagoras’a kadar çıkan, insanı en yüce değer olarak gören ve hadiseleri doğaüstüne başvurmadan rasyonel zeminde açıklamayı esas alan hümanizm, özellikle Rönesans ve sonrası dönemde önem arzetmiş bir akımdır. Onun için bu akım, Eski Yunan’ın etiki, sanatı ve felsefesini dikkate değer bulmuştur.”[28] …”İnsan her şeyin ölçüsüdür kabulünden hareketle Avrupa’da temelleri atılarak yaygınlaşan hümanizm doğrultusunda insanın aklı ve vicdanı yaşamdaki yol gösterici olarak önem kazanmıştır. Düşünce ve inanç özgürlüğünün olduğu bir toplumda insanın, kendini, sınırlarını tanıması, aynı zamanda evreni, doğayı tanımasıyla bağlantılıdır. Bu doğrultuda, aklın ‘hakikat’ yolculuğu, bilim etkinliği üzerine kurulu Batı medeniyeti tarihini oluşturmuştur. …İnsan tarihsel bir inşadır; oysa bir akım olarak hümanizm, belli bir insan oluş kipini, (ussal oluş, bilimsel oluş, beyaz oluş, erkek oluş gibi) insana dair genel ölçütler olarak dayatmaktadır. Kadın-insan, siyah-insan gibi farklı insan olma biçimleri uzun süre aşağılanmış, yok sayılmış ve gelişmiş beyaz erkek insanın gölgesinde yaşamını sürdürmüştür. İnsan olmayan canlılar ise hümanizmin insan vurgusu bakımından zaten odağa alınmamıştır. Hayvanlar bilimsel deneyler için nefes alan maddeler olarak kullanılmaş, insan-olmayan canlılara eziyet edilmiş ve tüm canlıların kullanımına ait doğal kaynaklar bilinçsizce tüketilmiştir. Bu da insan-doğa, insan-hayvan etkileşiminin radikal bir biçimde bozulmasına yol açmıştır.”[29]
***
[1] Abdülbaki Güçlü – Erkan Uzun – Serkan Uzun – Ümit Hüsrev Yolsal: a.g.s., s.1159-1162
[2] Kadir Canatan; Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008, s.115
[3] Krishan Kumar: Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma (Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları), Dost Kitabevi Yay.,, 1999, s.87-88
[4] Krishan Kumar: a.g.e., s.87-88; A.J. Gurevich: Categories of Medieval Culture, çev.; G.L. Campbell, Londra: Routledge and Kegan Paul, 1985, s.124-5’dan ve M. Calinescu: Five Faces of Modernity.Durham NC: Duke University Press, 1987, s.19’dan.
[5] Hilmi Uçan: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008, s.467; M.C. Birkök, ‘Modernizmden Posmodernizme Yeni Problemler’, http:// insanbilimleri.com/ojs/index. php.uib/article/wiewFile/75/74 08.03.2008’den; a.g.d., s.468-469; T. Birkan, ‘Modernlik Olarak Sosyalizm ve Postmodernizm’, Birikim, İstanbul, Şubat 1992, Sayi:34’den)
[6] Metin Tavukçuoğlu: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008, s.491-492
[7] Arthur C. Danto: Sanatın Sonundan Sonra (Çağdaş Sanat ve Tarihin Sınır Çizgisi), İngilizceden Çev. Zeynep Demirsü, Ayrıntı Yay., 2010, s. 28-31
[8] Stephen Toulmin: Kozmopolis: Modernite’nin Gizli Gündemi, Türkçesi: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yay., İstanbul, 2002, s.13
[9] Steven Best-Douglas Kellner: Postmodern Teori (Eleştirel Soruşturmalar), İng. Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., 1998, s.15-16
[10] Stephen Toulmin: a.g.e., s.38-39
[11] Stephen Toulmin: a.g.e., s.115-116
[12] Alain Touraine: Modernliğin Eleştirisi, Çev. Hülya Tufan, YKY, 1994, s. 12
[13] Alain Touraine: a.g.e., s.13-14
[14] Alain Touraine: a.g.e., s.16
[15] Alain Touraine: a.g.e., s.17-18
[16] Alain Touraine: a.g.e., s.37
[17] Alain Touraine: a.g.e., s.176
[18] Hilmi Uçan: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008, s. 470-471
[19] Kadir Canatan: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008, s.113
[20] Tülin Bumin: Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, 4.Baskı, YKY., 2010, s.9-10
[21] Tülin Bumin: Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, 4.Baskı, YKY., 2010, s.65-68
[22] Steven Best-Douglas Kellner: Postmodern Teori (Eleştirel Soruşturmalar), İng. Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., 1998, s.39
[23] Arthur Schopenhauer: Toplu Eserleri-2, Yason Yay., 2016, s.165-166
[24] Arthur Schopenhauer: a.g.e., s.253-254
[25] Kenan Çağan: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008., s.131; Akay Ali, 2002, Postmodern Görüntü, 2.Baskı, İstanbul, Bağlam Yayınları’ndan
[26] Ahmet Önkiraz: Modernleşme Teorileri ve Postmodern Durum, Çizgi Kitabevi Yay., 2003, s.111
[27] Sadık Türker: Hümanizm, Felsefi Düşün, Akademik Felsefe Dergisi, Sayı: 9, Ekim 2017, s.8-9
[28] Ahmet Çapku: Hümanizm, Felsefi Düşün, Akademik Felsefe Dergisi, Sayı: 9, Ekim 2017, s.15
[29] Ezgi Ece Çelik: Hümanizm, Felsefi Düşün, Akademik Felsefe Dergisi, Sayı: 9, Ekim 2017, s.31-35
Teşekkürler Godox, beni yüklerden kurtardın. Söylenecek çok fazla söz kalmadı. Şimdi AD100 Pro fotoğraf makinası…
Bu günleri özgür ve bağımsız yaşayabilmemizi sağlayan tüm şehitlerimizi rahmetle anıp hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.…
“Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki 20. yüzyılın dâhisi Türklere nasip oldu…
Böyle bir bölümü iki üç kişinin sürüklemesini beklemek biraz hayal olmaz mı? Dolayısıyla siz sevgili…
Bugün birçok fotoğrafçı, AI ile işlenmiş kareleri kendi üretimiymiş gibi sunuyor. Ama şu soruyu nadiren…
Bir film izlediğinizde, akılda başrol oyuncusu kalabilir.Ama o film bittiğinde mutlaka jenerik akar.Çünkü sanat, çoğu…