Fotoğraf: Kerim Arı
Sevgili Mikdat.
Şöyle kendimize, ilişkilerimize, davranışlarımıza dışardan baktığımızda, özellikle sevgi ya da kızgınlığın çokça etkisinde kaldığımız gerçeğiyle karşılaşırız.
Sevdiğimiz her ne olursa olsun ona toz kondurmuyoruz. Eğer o bir insan ise, bazen onun sevmediklerini biz de sevmiyoruz. Aşırı bağlılıktan kaynaklanan sevginin, nefreti tetiklediği de oluyor. Öyle ki bazılarımız kamplaşıyor ve sevdiğimizin sevmediğinden de nefret etmeye başlıyor.
Olumlu bir his olan sevgi, böyle olumsuz bir duygu ve davranışa sebep olmamalı değil mi?
Sorun bizden kaynaklanıyor, sevgiyi sadece bir his olarak algıladığımız için böyle oluyor. Sevgi; hoşlanma, beğenme, zaaf kaynaklı olduğunda gerçek anlamını yitirmektedir.
Sevgi, anlayışa dayalı olduğunda ise evrensel bir değer olmaktadır. Gerçek sevgiyi ve aşkı, en özgün haliyle Orta Asya kaynaklı erenlerde görürüz.
Hoca Ahmed Yesevî Orta Asya’da Kur’ân-ı Kerîm’i temel kabul ederek, Türk kültürü ile İslami inanç ve tasavvufunu harmanlayıp kendinden sonra gelenlere ışık olmuştur. Aynı ideal yaklaşık 100 yıl sonra Anadolu’da Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli ile sürdürülmüştür. Bu kaynaklar neredeyse bin yıldır insanlığı aydınlatmaktadır.
Hoca Ahmed Yesevî Pir-i Türkistani, İslami inancı sadeleştirip kolay anlaşılır hale sokarak Türkler arasında sevgiyle yayılmasında çok büyük etkiye sahiptir. Anadolu’da ise yüz yıl sonra Mevlânâ Celaleddin’i Rumi’de aynı yolda giden devrinin yenilikçi bir ereni olmuştur. Bu iki ismin öğretilerinin, her inançtan insanın olgunlaşmasında katkıları vardır ve çağımızda bu etki hâlâ devam etmektedir. Amaçları bireylerin; kendini bilen, ahlaklı, dürüst, çalışkan, hoşgörüye sahip, gönül kırmayan, olgunlaşmış kısaca insani değerlere sahip özelliklerle donanmasını sağlamaktır.
Ahmed Yesevî, ahşap işleyerek, kaşık, kepçe ve kâse yontup satarak geçimini sağlamıştır. Horasan Okulundaki öğrencileri de kendi hayatlarını kazanacak işler yapmışlardır. Rumi’nin mektebi olan Mevlevîhâneler de aynı şekilde zanaat merkezleri olmuştur.
Ahmed Yesevî Dîvân-ı Hikmet, Mevlânâ ise Mesnevî isimli eserleriyle, insanı olması gerektiği vasıflara ulaştırmayı amaçlamıştır. Mevlânâ’nın çokça atıfta bulunduğu Aşk’ı, iki cinsiyet arasında yaşanan duygu olarak anlamamak gerekir. Bu kelimeyle her zaman güçlü bir metafor yapılarak, yaratana duyulan sevgi anlatılmaya çalışılmıştır. Aşk’ın içselleştirilerek, insanın barış, huzur ve kardeşlik vasıflarına erişmesi, kısaca erdemli kişilik öğütlenmektedir.
İşte böyle Mikdat, aşk ve sevgi önce yaratanı ve yarattıklarını anlamayı temel almalıdır. Anlamak ortadan kalktığında, nefret ettiklerimizin karşısındaki her şeye de yakınlık duymaya başlıyoruz. Bu sevgi değildir, tepki kaynaklı teslimiyettir. İşin içine nefret girmiştir, gerçeklik kaybolmuştur.
Sen Mevlânâ’nın sloganlaşan öğütlerini tekrar edip durma, anla o sözleri. Özüne in, erdemli olmaya erişeceksin. Antik çağdan beri insana öğütlenen olumlu bir kişiliğe bürünmeden başka bir şey olmayan erdem, doğru olanı yapma, faziletli bir kişiliğe bürünmedir.
Hadi, yolun açık olsun…