Başlangıç
Zaman kendi halinde akıp giderken insanların karşılaşmaları ve bazı anları, dönemleri birlikte paylaşmaları kabul edilebilir durumdur. Buna kader de diyebiliriz. Zaman çizgimiz başkalarınınki ile kesişir ve bir süre birlikte gider. Bu durumun ortaya çıkmasında ortak şeylerin elbette önemi vardır. Ancak öte yanda kendi hayatımızın belli döneminde yaşananlar zaman farkına rağmen bir araya gelmeyi başarır. İlginç olan da budur. Bu zaman farkı anıları değişime uğratarak insanı yanılsamaya uğratma gibi bir etkisi vardır. Bazı şeyler gerçekten oldu mu yoksa zihnimin oyunu mu diye tereddütte düştüğümüz olur. Ancak bunun bir önemi kalmamıştır. Hayal gücümüz boşlukları doldurarak hatırladıklarımızı uç uca eklemeye başlar.
Bütün olup bitenleri ne yazık ki olaylar akarken anlamlandırmak oldukça zordur. Bazı göstergeler sayesinde olayların ilişkisi yavaş yavaş kurulur. Her göstergede zihin olup bitenleri tekrar ve tekrar ele alıp yeniden kurgular. Bazen içine daha çok gerçek bazen de daha çok hayal katarak yapabilir bunu. Olaylar zincirinin bittiğini sandığınız anda gelecekte başka olayların eklenip eklenmeyeceği bir muammadır. Bu olaylar sizin hayatınız olsa da normal hayatınızın akışına paralel sanki başka bir alemde geçiyormuş gibi sürer gider.
Birinci bölüm: Yılan Pazarı (Snake Market)
Yemek molasına çıkmak üzereyken yan masada oturan Taiwan’lı arkadaşım Huang;
- İşten çıkışta seni ilginç bir yere götürmemi ister misin?
diye sorunca zaten yapacak bir şeyi olmayan ben bu teklife balıklama atlayıp;
- Olur, nereye gideceğiz?
deyiverdim.
- Sürpriz
dedi.
İş hayatımın kısa bir döneminde Taipei-Taiwan’da bir fabrikada çalışma şansını yakalamıştım. Gördüğüm, tattığım her şeyin farklı ve ilginç geldiği bir dönemdi. Huang ile birlikte çalıştığım ancak sosyal olarak da genel müdür tarafından bana sosyal mihmandarlık yapan ilginç biriydi. Birgün elindeki sorduğumda Japonca ders kitabı olduğunu söylediğinde;
- Hayırdır?
diye sorunca aldığım cevap;
- Bölüm müdürümüz Japon. Benim de öğrenmem iyi olur
şeklinde olmuştu. Ben de zaman kaybetmeden bir özel öğretmen bulup Çince ders almaya başlamıştım. İşin yoğun temposundan Huang’ın böyle yaratıcı ve değişik etkinlikleri ile uzaklaşıp rahatlıyorduk.
Taipei’de yaşadığım süreye göre hala bana karmaşık gelen yollar bitip arabayı park ettikten sonra etrafta artık Taipei’nin modern yapıları yerine tek katlı ahşap bazıları kırık dökük ev ve dükkanların karışık yer aldığı sokaklarda yürüyorduk.
Ev tarzı binalar azalmaya başlarken ahşap, kimi kapalı kimi açık dükkanların artmaya başladığı yola saptık. Dükkanlar bizde arastalarda yer alanlara benziyordu. Tahta kepenkleri yukarı kaldırılmış bir çengele tutturulmuş önünde yarısı dükkanın dışına taşan yine tahta bir tezgâh. Tezgâhın hemen arkasında yüksekçe bir yerde olduğu aşikâr olan satıcı. Yan yana olan dükkanlardaki satıcıların sesleri birbirine karışıyordu. Dükkanların önlerine birlikmiş Çinliler bakınıp duruyordu.
Sokakta envai çeşit koku birbirine karışmış havada dolaşıyor, koyu, az ve sarı ışık veren fenerlerin aydınlatması altında sise benzer bir duman dükkan önlerindeki adamların sigara dumanıyla ürkütücü bir atmosfer oluşturuyordu. Bir farklı aleme geçiş yapmıştık sanki. Her şey hayal ürünü gibiydi. Bu ürkütücü durumdan çıkabilmek için gerçek dünyam ile bağlantı olabilecek bir şeyler bakınmaya başladım. Nedense tezgahlar çok parlak beyaz ışıkla aydınlatılıyordu.
- Huangsan nereye geldik? Nedir bu kargaşa?
Birbirimize seslenirken adlarımızın arkasına Japonca “san” eklerdik. Bu bir nevi “bey” anlamına gelse de aslında karşındakine verilen değerin ifadesiydi. Huangsan da bana Atillasan derdi.
- Snake market (yılan pazarı)
Kısa ve kesin bir cevaptı.
- Ne yapılıyor?
Yine kısa bir cevap;
- İzle ve gör…
Tezgahlardan en yakın olduğumuza yaklaşmak üzere kalabalığı yarma çabası ile yürümeye başladım. Aralarındaki yabancıyı gören Çinliler şaşkınlık içinde beni süzerken gönülsüz bir şekilde yol vermeye başladılar.
Gerçeklikle kurduğum bağlantı tezgâhta bağırıp duran adamın elindeki çok keskin olduğu uzaktan bile anlaşılabilen ve tezgâhın ışığında kamaşan bıçaktı. Kalabalık bile bir masaldan çıkıp gelmiş gibiydi.
Tezgahtaki adam elini kutunun içine attı ve kafasına yakın bir yerden yakaladığı yılanı havaya kaldırıp nefes almadan konuşmaya başladı. Kalabalıktan laf yetiştirmeye çalışanlar vardı. Bir süre sonra altı kişi öne çıktı ve ceplerinden çıkardıkları paraları tezgâhın üstüne koydu.
Adam büyük bir ustalıkla elindeki yılanın başını bir ipe geçirip tezgâhta bir barfiks demirine benzeyen çubuğa diğer ölü ve hareketsiz duran yılanların yanına astı. Bir cerrah titizliği ile bıçağı debelenen yılanın üstünde izlenemeyecek kadar hızla hareket ettirdi. Yılanın kanı kuyruğuna doğru süzülerek altındaki sürahi içine akmaya başladı. Çırpınan yılan kısa bir süre sonra kardeşleri gibi hareketsiz kaldı.
Adam ritüel gibi plazmayı ayırdı ve üzerinde yılan motifleri olan altı tane likör kadehine paylaştırdı. Üzerine kanı paylaştırarak elindeki çubuklarla iyice karıştırdı. Tezgâhın önünde bekleyen altı kişi bir dikişte içti ve arkalarını dönüp kalabalıktan uzaklaştılar. Ne yapacağımı bilemez halde donup kalmıştım. Adam gülerek bana bakıp bir şeyler söylemeye başladı. Arkadan biri beni çekti. Huangsan’dı. Biraz geride ellerimi dizime dayayıp yere doğru eğilerek kendime gelmeye çalışıyordum.
- Huangsan, neydi bu?
- Yılan kanının afrodizyak ve gençleştirici etkisi olduğu söylenir. Bunun için erkekler buraya belli zamanlarda bu şeyi içmeye gelirler. Ancak birçok Taiwan’lının bile midesi bunu kaldırmaz. Bundan dolayı içen gerçek Taiwan’lıdır diye bir söylence vardır. Eğer bir yabancı içerse artık Taiwan’da yaşamına devam eder ve geldiği yere dönemez derler.
- Ne yani, şimdi ben içebilsem Taiwan’lı mı olacağım?
- Evet, rivayet öyle.
Huangsan, sanırım birlikte tecrübe ettiğimiz tatları anımsayarak;
- Atillasan, sakın aklından bile geçirme. Hemen gidiyoruz.
- Daha yeni geldik, biraz daha gözlemlemek istiyorum Huangsan. Söz içmeyeceğim.
İzlediklerim filmlerin haricinde gördüğüm en acımasız sahnelerdi. Yılanın çırpınışı çok ama çok üzücü ötesi bir şeydi. Aklımdan deli düşünceler geçmeye başladı.
- Huangsan siz de yılanlarla ilgili efsaneler var mı?
- Evet, bazı efsaneler anlatılır.
Ve devam ettim; biz de de yılanların insanlara kin tuttuğuna ve bir gün öç almaya geleceklerine dair anlatılan efsaneler var. Bu adama bazı şeyler sormak istiyorum. Tercüme eder misin?
- Buradan kaçan yılanlar olabilir. Bu yılanlar da olup biteni diğer yılanlarla paylaştığında nesillerden nesillere aktarılan bir intikam duygusu olabilir mi? Acaba kaçan yılan oluyor mu? Bunu içen adamların başına hiç yılan saldırısı gelmiş mi?
Huangsan şaşkın bir şekilde yüzüme bakmaya başladı. Sanırım adama bunları sormayı saçma buluyordu. Israr ettim. Adama yaklaştı ve kısık sesle konuşmaya başladılar. Huangsan konuştukça adamın yüzü kararmaya başladı ve bir süre de o konuştu. Huangsan yanıma geldi;
- Evet, ara sıra kaçan yılanlar oluyormuş. Ve bunları bulamıyorlarmış. Ayrıca adamın söylediği iki şey daha var. Çocuklarını hayvanat bahçesine götürdüğünde yılanların tutulduğu yerde sakin yatan yılanlar bu adam gelince tıslama ile bu adama karşı kafalarını cama vuruyorlarmış. Bu şeyi (Huangsan bunu “iksir” diye ifade etti ama bence alakası yok) içen birkaç kişi de benzer şeyler yaşamış. Devamlı müşterilerinden de birkaçı köylerinde yılan saldırısına maruz kaldıklarını anlatmış hatta bu yüzden ölen de olmuş.
Huangsan çok şaşırmıştı. Adam bulunduğu yerden beni süzüyordu. Rahatsızlık duymaya başladım ve;
- Hadi gidelim
Dedim. Huangsan gitmeye dünden hazırdı. Adamın Huangsan’a anlattıkları bana hiç tuhaf gelmemişti. Vietnamlı denizcilere indikleri limanlarda köpeklerin havlayarak saldırdıklarını duymuştum. Demek ki benzer bir tepki de yılanlar için vardı. Acaba bu saçma iksir dedikleri içme töreni ne zaman başlamıştı? Antik Yunan efsanelerinde yılanların şifa dağıtıcı olarak anlatıldığını okumuştum. Yoksa tıp sembolü niye yılan olsun ki? Bizde Şahmaran kendini sevdiği bir insan için feda etmiyor mu? Yoksa yılanların düşmanlığı bu yılan pazarlarından mı dünyaya yayıldı?
>>> Devam edecek… İkinci bölüme geçebilirsiniz.