Daha

    Gülün Gizemi

    İş hayatımın kısa bir döneminde Taipei-Taiwan’da bir fabrikada çalışma şansını yakalamıştım. Gördüğüm, tattığım her şeyin farklı ve ilginç geldiği bir dönemdi.

    Yemek molasına çıkmak üzereyken yan masada oturan Taiwan’lı arkadaşım Huang;
    - İşten çıkışta seni ilginç bir yere götürmemi ister misin?
    diye sorunca zaten yapacak bir şeyi olmayan ben bu teklife balıklama atlayıp;
    - Olur, nereye gideceğiz?
    deyiverdim.
    - Sürpriz
    dedi.

    İlk karşılaşma

    Taipei günlerim sona ermişti. Bir daha yılan pazarına gidememiştim. Onların katledilişini tekrar görmeye içim elvermemişti. Döneceğim için Huangsan üzgündü. Bir ara lafını “iksiri içse miydin acaba?” ya kadar getirdi. Acı acı gülümsedim;

    • Yazık hayvanlara, devletiniz bu zulmü durdurmalı

    diyerek kestirip attım. Konuşmak istemiyordum. Döndükten sonra uzun bir süre Huangsan ile haberleştik. Ancak zamanla aramızdaki bağ zayıfladı ve haberleşmemiz durdu. İkimiz de her insan gibi kendi zamanımızı yaşamaya dönmüştük.

    İzmir’deki arkadaş grubumuzda artık Uzakdoğu görmüş yaşamış biri olarak havam bin basıyor ben de kurum kurum kuruluyordum. Ne de olsa artık bir Uzakdoğu uzmanıydım onlara göre. Bir araya geldiğimizde akla hayale gelmeyecek sorulara muhatap oluyordum. Ben de -laf aramızda kalsın- bazen yazdırıp yazdırıp anlatıyordum. Kim bilir belki de yazdırdığımı bilmelerine rağmen hoşlarına gidiyordu dinlemek. Bir nevi Binbir Gece Masalları’nın başka bir versiyonu. Bir toplantıda “seni şoka sokan bir olay yok mu? Varsa onu anlat da biz de şoka girelim” diye şakayla karışık bir laf atıldı. İşte o zaman ballandıra ballandıra Yılan Pazarı” nı anlattım. Hikâye bittiğinde hepsi şoktaydı. Arkadaşımın istediği olmuştu. Benim çocukluktan gelen yakınlığımla iyi gözlemleyebildiğim Cemal’in yüzünde ise şoktan ziyade üzüntü ve şaşkınlık karışımı bir ifade vardı. Düşünün bir kere, hikâye anlatıcısı olarak herkesin takdirine şayan kalmışken ve egom tavanlara doğru giderken bile bunu fark edebiliyordum. Toplandığımız pastane-kafe ortamından evlere dağılırken Cemal yanıma yaklaştı.

    • Hafta sonu bana uğrasana, bir yere oturur sohbet eder ya da sinemaya falan gideriz.

    dedi. Daha yeni toplanmıştık. Neden aramadan…

    • Tamam

    dedim.

    • Adresi sana mesaj olarak atarım…

    Cemal’in oturduğu ev Üçkuyular vapur iskelesinin arkasındaki yamaçta körfeze bakan bir konumdaydı.

    Gülün Gizemi – İkinci Bölüm

    İlk defa gidecektim. Onu aldıktan sonra yakın bir alışveriş merkezinde gider vakit geçiririz diye aklımdan geçiriyordum. Kapıyı çaldım. Açtı.

    • Hadi çıkalım
    • Beş dakika içeri gel hazırlanayım.
    • Ne hazırlanacaksın. Al üzerine bir şey gel işte.
    • Olmaz. Beş dakika gel içeri.

    Bu ısrarın arkasından gelecek şeyin olduğu belliydi. İçeri girdim. Sıkıntılı görünüyordu.

    • Hayrola bir şey mi oldu?
    • Bak, geçen gün anlattığın ve herkesi şoka sokan hikayen beni çok etkiledi
    • Farkındayım.

    Devam etti.

    • Sen benim çok eski sevdiğim, güvendiğim ve bu yüzden -varsa- sırlarımı paylaşabileceğim can dostumsun. İçimi daraltan ve kimseyle paylaşamadım bir durumu sana anlatırsam biraz rahatlayacağımı düşünüyorum. Ancak bütün güvenime rağmen senden kutsal kitabımıza el basarak anlatacaklarımı kimseyle paylaşmayacağına yemin edeceksin.  

    Şaşırma sırası bendeydi. Böyle bir şey beklemiyordum. Zaten birbirimizin özel şeylerini başkaları ile paylaşmak gibi bir huyumuz yoktu. Ancak görünen o ki bu çok daha farklı bir şeydi. Cemal’in rahatsızlığı yüzünden belliydi. Çok düşünmeden;

    • Tabii ki istediğin yemini ederim.

    Cemal, duvara asılı üzeri el işi olan ipek çanta içinden Kur’an-ı Kerim’i çıkardı;

    • Sağ elini üzerine koy ve söylediklerimi tekrar et.

    Birbirimize bakmıyorduk. İkimiz de gözlerimizi kutsal kitaba dikmiştik. Cemal;

    • Birazdan sana anlatacaklarımı ve göstereceklerimi aramızdaki arkadaşlığı ölüm bitirene dek saklayacağına yemin eder misin?
    • Bana anlatacaklarını ve göstereceklerini aramızdaki arkadaşlığı ölüm bitirene dek saklayacağıma yemin ederim.

    Rahatlamıştı.

    • Gel önce bir şey göstermek istiyorum

    Diyerek banyoya doğru yürümeye başladı. Takip ettim. Banyonun kapısını açtı. Ardından küveti örten perdeyi çekti. Kıpırdayamaz oldum. Dondum kaldım. Gördüğüm inanılmazdı. Küvette kıvrılmış yatan gövdesinde kahverengimtırak ve boynunun etrafında maviye ve yeşile dönen parlak pulları olan yaklaşık boyu bir buçuk metreden biraz fazla olan bir yılan vardı. Hem de bir apartman katının beşinci katında… Hala kımıldayamıyordum. Cemal tepkimi ve ne yapacağımı anlamaya çalışıyordu. Yılan başını bize çevirdi, önce Cemal’e sonra bana baktı, bir miktar doğrularak başını benden yönde tutup gözlerini gözlerime dikti. Kilitlenmiş gibiydik ve gözlerimizi ayıramıyorduk. Rahatsız olduğu belliydi. Çıkardığı kesik kesik tıslama sesinde tedirginlik hissediliyordu. Cemal’de tedirgindi. Yılana;

    • Bana bakar mısın

    dedi ve yılan başını Cemal’e çevirdi. Anladığı için mi çevirmişti yoksa sesin geldiği yöne mi dönmüştü? Bunu söylemek zor. Şimdi ben ikisini izliyordum. Bu bir rüya olabilirdi ya da film sahnesi olabilirdi. Ama değildi ve bunu yaşıyorduk. Cemal çok sakin ve sevecen bir sesle yılanla konuşmaya başladı;

    • Bu benim çok sevdiğim ve çok güvendiğim çocukluk arkadaşım. İçimdeki sıkıntıyı biliyorsun. Senin varlığını kimseye söylememeyi artık taşıyamaz oldum. Ailem dışında birisiyle paylaşmam gerekiyordu. Ben olan nasıl güveniyorsam senin de güvenmeni ve onu kabul etmeni istiyorum.

    Sözleri bitince Cemal derin bir nefes aldı. Bu arada yılan başını çevirip bana göz attı ve tekrar Cemal’e döndü. Sanki -bana öyle gelmiş olabilir- başını hafifçe eğerek söylenenleri anladığını gösterdi tıslaması artık rahatlamış gibiydi. Bu görüntüsü Cemal’i de rahatlattı. Bana döndü ve;

    • Tamam seni kabul etti. Artık samimiyetini göstermek için onu okşayabilirsin.

    Neydi bu? Bir ayinde kabul töreni miydi? Hele okşamak… Bu yapabileceğim bir şey değildi. Tereddüttümü çok açık bir şekilde ortaya koyuyordum. Cemal elimi yakaladı, avcumu yukarı çevirerek küvete yaklaştırırken tepki dahi veremiyordum. Yılan başını avcumun içine yatırdı. Sanki gözlerinde bir gülümseme vardı. Yüzümden ter akıyordu. Sırtım terlemişti. Bütün bu yaşananlar benim için hala bir rüya hatta gerçek ötesiydi ama yaşanmıştı.

    • Al bu havluyu da kurulan. Sonra dışarı çıkarız.

    Sanki bende yürüyecek hal kalmıştı da dışarı çıkacaktık.

    Salona geçip oturduk. Aslında ben koltuğa gömülmüştüm. Hala gördüklerimi ve olanları sindirmeye çalışıyordum.

    • Bir içki olsa iyi olur…

    Cemal kalktı, büfeden kadehlere içki koydu. Yanıma geldi ve kadehi uzattı. İçkinin kokusunu daha iyi hissetmek için kadehi burnuma yaklaştırdım;

    • Lagavulin…

    Cemal duramadı;

    • Sanki başka bir şey içersin de…

    Bir süre sessiz bir şekilde Karşıyaka vapurlarını seyrettik. Kadehin dibi göründüğünde nispeten kendime geliyor gibiydim.

    • Anlat bakalım, seni dinliyorum

    Aslında gördüklerimin üstüne Cemal’in anlatacağı çok bir şey yoktu. Ben yurtdışındayken olmuş. Israrlar sormama rağmen sürekli “böyle olması gerekiyordu aldım işte” diyerek olayın başlangıcını geçiştiriyordu. Yeminime rağmen bunu açıklamayacağı belliydi ve sormaya devam etmenin anlamı da yoktu. Anne ve babası da biliyormuş. Onlar da duyunca şaşkınlıkla karşılamışlar. Ancak benim gibi bir araya getirmemiş.

    • Böyle nasıl yaşayacaksın? Nereye kadar gider bu iş?

    diye sorduğumda;

    • Gittiği yere kadar…

    diyerek kaderci bir cevap verdi. Ancak sürekli;

    • Bak söz verdin kimseye bahsetmeyeceksin

    diye eski günlerdeki iğnesi takılmış plak  gibi tekrar tekrar söyleyip duruyordu.

    Bu durum arkadaş grubumuzla olan ilişkimizi de etkilemişti. Artık grup toplantılarına katılmaz olmuştuk. Ben her fırsatta Cemal’in evine gidiyordum. Genelde evde önce banyodaki küvetin yanına gidip zaman geçirdikten sonra salona geçip oturuyorduk. Yanımda süt getiriyor, ılıştırıp veriyordum. Bundan çok hoşlandığını dans hareketleri ile belli ediyordu. Küvetten çıkıp ayaklarımız arasında kısa gezintiler yaparken kucağımdan sürünerek geçmesi koluma dolanması eğlencesiydi. Elimde bir fincan bir bardak gördüğünde gelip başını uzatıp koklamadan edemiyordu. Bir keresinde kadehe başını uzattığında;

    • Tatmak ister misin?

    diye sordum. Sanki anlayacaktı. Anladı ama. Dilini uzatıp viskiye değdirdiği anda inanılmaz bir hızla fırlayıp koltuğun altına kaçtı. Bir gülmekten katılıyoruz. O da koltuk altından şaşkın şakın bizi seyrediyordu. Çıkaramadık bir türlü. En sonunda bir tas ılık sütü koltuğun önüne getirip koyduğumuzda ikna oldu.

    Tuhaf bir şekilde artık olanları doğal karşılamaya başlamıştım. Eğer tuvaleti kullanacaksam önce beni görmezden geliyor sonra bakmaya devam ediyor kalkarken yine görmezden gelecek şekilde başını başka yöne çeviriyordu. Aramızdaki ilişki sakin bir şekilde devam ediyordu. Cemal’de bu durumdan memnundu.

    >>> Devam edecek… Üçüncü bölüme geçebilirsiniz.

    İLİŞKİLİ İÇERİKLER

    Etkili bir dil olarak Fotoğraf

    Fotografın çok etkili bir dil olduğunu muhtemelen herkes teslim edecektir. Naif olandan yola çıkarak izah etmeye çalışalım. Facebook’tan, İnstagram’dan her gün milyon milyon fotograf paylaşılıyor. Önemli bir kısmı, “Bak ben kiminleyim, bak ben ne giyiyorum, bak ben nerede geziyorum, bak ben hangi yemekleri yiyorum, bak ben nerede tatil yapıyorum, bak ben ne kadar güzelim/yakışıklıyım, bak beni ne kadar çok seviyorlar” minvalinde başkasına nispet etmeye yönelik paylaşımlardır. Bunun için sosyal medyada fotograf paylaşan birey, fotografla kendisini ifade etmiyor mu sizce? Hem de nasıl!..

    Karanlığa Gömülmüşüz…

    “Toprağı işlemeyeceksin, çeşitli mera bitkileri ve tahıl tohumunu toprağa atıp kendi haline bırakacaksın. Çıkan bitkilerin tohumları tekrar toprağa düşecek ve yeniden yeşerecektir. Bu yöntemden daha iyi toprak iyileştirmesi yoktur. Tabii ki herkes gördüğünü yapar, alışkanlık en önemli kelepçedir."

    Gözlerinin niçin ıslak olduğunu sordular “Hiç…” dedi

    Yıldız, ders çalışmaya dönmek istiyor olsa da Çanakkale bir kez aklına takılmıştı, Büyük büyük dedesinin ve o neslin yaşadığı dramı Turgut Özakman o kadar canlı şekilde anlatmıştı ki, aklından çıkaramıyordu, toparlanamıyordu.

    Mehmet Aslan Güven’in fotoğraf yolculuğu

    Neye mal olursa olsun, ne tür zararlara yol açarsa açsın umurunda olmaksızın her şeyi yiyip yutmaya çalışan açgözlü bireylere, yapılara, sistemlere seslenmekte, özetle Küresel Hegemonya kurma arzusu taşıyan güçlere itiraz etmekte usta fotografçı.

    E-POSTA ABONELİĞİ

    Makale yazarı

    Okyar Atilla
    Okyar Atilla
    Geçmişte bir ara mühendisti. Şimdi tam zamanlı yönetici, gerçek zamanlı fotoğrafçı. Gündem "Fotoğraf" ise akan suları durdurur. Seyahat denildiğinde kapının önündedir. Klasik müzik ve kitap olmazsa olmazıdır. İki sokak köpeği, muhtelif sayıda kedi ile sürekli temas halindedir. Hızını alamadı mı dağda bayırda bulduğu gerçek köpeklerle konuşur. Sürekli sorgular. Merak ettiği bir konu olursa elinden kimse alamaz. "Bilgi ve sevgi paylaştıkça çoğalır" ilişkilerinin ana fikridir.

    POPÜLER İÇERİKLER

    Yorum Politikamız: Arthenos.com ekibi olarak tüm okuyucularımızı tartışmalara aktif olarak katılmaya teşvik etsek de, Davranış Kurallarımıza uymayan veya yayınlanan materyalin editoryal standartlarını karşılamayan herhangi bir içeriği Silme / Değiştirme hakkını saklı tutarız.

    YORUM YAPILDIĞINDA BANA BİLDİR
    Bana bildir
    guest

    0 Yorum
    Beğenilenler
    En yeniler Eskiler
    Satır içi geribildirimler
    Bütün yorumları göster
    0
    Düşünceleriniz bizim için önemli. Belirtmek ister misiniz, lütfen yorum yapın.x