Sürpriz bir tanışma
Vakit öğlene yaklaşmaktaydı. Elimde torba, içinde süt kapıyı çaldım. Çok beklemeden açıldı. Şaşırmıştım;
- Acaba yanlış mı geldim? Cemal’in evi değil mi?
diye sorarken kapıyı açan bir yetmiş boylarında siyah parlak saçları omzuna dökülen hafif çekik gözlü buğday tenli kız gülümseyerek;
- Hayır doğru, Cemal arkada şimdi gelir. Buyurun içeri girin sizi tanıyorum…
Şaşkınlığım devam ediyordu. Daha önce karşılaşmamıştık. Arkadaş grubumuzdan da değildi. Üstelik evde sıra dışı bir durum varken ne arıyordu? Elmacık kemikleri doğulu izlemini veriyordu. Üzerinde kahverengi ayak bileklerine kadar uzanan şık bir kıyafet vardı. Kolye ve küpeleri göz alıcıydı. Dikkatlice süzdüğümü fark ettiğinde;
- Şey, Cemal sizden çok bahsediyor. Bu yüzden sizi tanıyorum dedim. Yoksa bir yerde karşılaşmış değiliz
Bu sırada Cemal gülerek yanımıza yaklaştı;
- Ooooo, bana gerek kalmadan tanışmışsınız. Gülşah, kız arkadaşım, can yoldaşım…
Şaşırma modundan çıkmamı engelleyen olaylar sözler arka arkaya geliyordu. İçeri geçip oturduk. Hoş beşten sonra Gülşah;
- Size kahve yapayım, şekersiz Türk kahvesi değil mi?
Yine yüzümün şeklinin değiştiğini görünce;
- Cemal söylemişti
diyerek beklemeden mutfağa yöneldi.
- Bu ne şimdi Cemal? Evinde bir sırla yaşarken nereden çıktı bu kız arkadaş muhabbeti?
Cemal gülümseyerek;
- Merak etme, sevdiğim ve güveneceğim birisi daha oldu. Durumdan haberi var. Yalnız senden ricam bu konuyu açma.
Dayanamadım;
- Bak, bir şeyi üç kişi biliyorsa sır olmaktan çıkar. Ben sözümü tutarım ama Gülşah bunu nasıl yapacak? Bundan nasıl emin olabiliyorsun?
Cemal devam etti;
- Senden emin olduğum kadar eminim. Merak etme rahat ol.
Adamın tasası beni tutmuştu. Tamam, böyle diyorsa böyledir.
- Hadi ona süt getirdim ısıtıp verelim
Cemal umursamaz bir tavırla;
- Gülşah kahve yapıyor. Durumu daha karışık hale getirmeyelim. Sütü biz daha sonra veririz.
Söylediğim gibi tuhaf durumlar devam ediyordu ki Gülşah kahveyi getirdi. Kahve, ardından tuvalete gitmek üzere banyoya doğru yönelmişken Cemal;
- Girişteki küçük tuvaleti kullanır mısın? Banyoda bir sorun var da.
Küfürler dilimin ucunda gezinmeye başladı, kendimi tuttum ve dediğini yaptım. Ancak neşem kaçmıştı. Bir ara Gülşah yine mutfağa gittiğinde dayanamayıp sordum;
- Annen babanın Gülşah’tan haberi var mı?
- Söylemedim. Niyetim de yok. Annem zaten diğer durumdan dolayı buraya gelmiyor. Babamı da az buçuk biliyorsun. Bahsettim mi bin türlü soru… Kalsın şimdilik.
- Nerde evleri? Ben gidip söyleyeyim. Sevinirler.
Cemal bu sözlerimi ciddiye alarak adresi vermedi ama hızlıca tarif etti;
- Bostanlı vapur iskelesinden inip demir köprüye yürüyünce tam köşede altında araba park yeri olan bir apartman var. Beşinci kat. Soyadından bulursun. Hele bir git görürsün sen…
Ciddi olmayan lafımı ciddiye alıp cevap vermesine rağmen ciddi olmadığımı anladığını söylemeye çalışıyordu. Belki de gerektiğinde bir şekilde ailesine ulaşabilmem için yapıyordu bunu. Düşündüklerimi tam paylaşmak üzereyken Gülşah mutfaktan elindeki kadehlerle döndü. Birini bana uzatırken;
- Sevdiğinizi biliyorum, Lagavulin bu…
diyerek bana uzattı. Nereden biliyordu? Tabii cemal söylemişti… Artık buna şaşırmamayı öğrenmiştim.
Artık ziyaretlerimi seyrekleştirmiştim. Bazen Gülşah’la karşılaşıyor oturup sohbet ediyorduk. Bazen de eski günlerdeki önce banyoyu ziyaret, süt ziyafeti ile başlayan birlikteliğimiz sürüyordu. Ancak ilişkiler de eskisi gibi değildi. Cemal’in Gülşah’a olan ilgisi giderek artıyordu. Kıskanıyor muydum ne? Bu durumun Cemal’i de rahatsız ettiği halinden anlaşılıyordu. Hala söyleyemediği ya da söylemek istemediği bir şeyler kalmıştı. Eski neşemize dönmeyi ben de arzu ediyordum. Ama olamıyordu bir türlü. Bahar aylarının ortalarında Cemal’den değişik bir teklif geldi; ortam değişikliğinin iyi olacağı düşüncesi ile birlikte yani ben, o ve Gülşah ile tatile gitmek. Bir deniz kıyısında güneşin altında kumlara uzanmak ve önümüzde uzanan maviliği sessizce seyretmek. Evet bu iyi gelebilirdi. Peki, “o” ne olacaktı. Cemal çok rahat yeterli yiyecek bırakırsa birkaç gün kendi kendine idare edebileceğini söylüyordu. Çok aklıma yatmamıştı. Öte yandan tatil fikri cazipti. Gönlüm tatil tarafında onu arka plana atarak;
- Yapalım, dedim.
İnsuyu mağarası
Çalkantılı sularda savrulan ince dallar gibiydik. Hepimiz öğrenciydik. Okumaya gelmiştik ama okumak birinci önceliğimiz olmaktan çıkıvermişti. Ülkenin çalkantılı hali bizi de savuruyordu. Hepimiz farklı şehirlerden gelip farklı üniversitelerin farklı fakültelerinde çaba sarf ediyorduk. Okumayı kenara koyup önce güven içinde olacağımız sığ, kuytu bir koy arıyorduk. Bul bulabilirsen. Bulduklarımızı da çalkalıyorlardı. Zor günlerdi… Bu çalkantılar zaman zaman ince dallar olan bizi grup yapıyor ya da yan yana getirebiliyordu.
İşte Burdur’dan hukuk okumaya gelen İbrahim böyle bir ortamda yan yana geldik. Üniversitelerimiz ayrı olsa da düşünce ve sosyal yapımız anlaşmamızı kolaylaştırıyordu. İbrahimlerin Burdur gölü kıyısında evleri varmış. Bir nevi yazlık. Beni davet edince tarihi belirledik ve gittim.
İnsuyu mağarası Burdur’a yaklaşık on iki on dört kilometre mesafede. İbrahim bahsedince mağaranın varlığını öğrenmiştim.
- Gidelim
dedi.
İlk defa bir mağaraya giriyordum. Öncesinde girişine astıkları bir panodan mağara hakkında bilgileri okudum. 1952 yılında keşfedilip 1964 yılında turizme açılmış. Değişik zamanlarda keşiflere devam edilerek haritalaması yapılmış. Mevcut çizimlere bakınca bilinmeyen daha çok yeri olduğu anlaşılıyor. Yörenin jeolojik yapısına uygun olarak mağarada kireçtaşı (kalsiyum karbonatın farklı bir kristal formu) asırlar boyu görsel şölene dönen sarkıt ve dikitler oluşturmuş. Bunların sarı ışıkla aydınlatılması mağaradaki göllerin turkuaz mavisi ile inanılmaz bir görüntü oluşturuyor. İnsanı ürperten serinlikle birlikte farklı bir aleme doğru gezinti başlıyor.
Bu etkileyici atmosfer içinde gezi için yapılan tahta patika yoldan yürürken eğer durursanız sarkıtlardan bir soğuk damla su ensenizden girebilir. Bu mağaranın size “merhaba” ya da “hoş geldin” demesidir. Eğer bu damlalar birden fazlaysa mağara sizi ilgisiz bulmuş ürperterek kendisine çekmeye çalışıyor demektir.
Yürüyüş yolunun sonundaki seyir terası mağaranın içine doğru devam eden karanlığa doğru birbiriyle bağlantılı olan küçük göllerden akan su turkuaz maviliğini kaybederken şırıltısıyla bir yere döküldüğünü ve sonsuz ve bilinmez bir yeraltı dünyasına gittiği hissini veriyor.
Gülşah, arka koltuktan;
- Buralarda bir yerde mağara varmış
dedi tam Burdur çevre yolundan geçerken. Hayal meyal bazı görüntüler zihnimde belirirken;
- Evet, İnsuyu mağarası
dedim. Gülşah;
- Görmek istiyorum
diye devamını getirdi. Bunu bir dilekten çok yerine getirilmesi gereken bir eylem olarak söylenmişti. Cemal’de bunun farkındaydı. Sadece dönüp yüzüme baktı. Bu “gidelim” işaretiydi. Burdur’u geçtikten bir süre sonra mağaranın tabelası karşımıza çıktı ve ben köy yoluna saptım. Mağaraya varmıştık.
Çevre ve girişinde üzerinden çok zaman geçmesine rağmen anımsadıklarıma göre çok dikkat çekici bir farklılık yoktu. Gülşah yerinde duramaz haldeydi. Cemal biletleri aldı ve mağaraya giriş yaptık. Aynı güzellik ve daha iyi bir ışıklandırma girişten itibaren farklı bir alemin hissini vermeye başlıyordu. Meraklı bakışlarla sarkıtları dikitleri, mağara duvarlarına vuran gölgelerinde bir şey görecekmiş gibi yürüyen Gülşah’ın hızına yetişmeye çalışıyorduk. Aralardaki seyir teraslarında kısa duruşlar yaparak gezinin son seyir terasına geldik. İşte ne olduysa burada oldu.
Karanlığın içinde kaybolan suyun şırıltısını dinlerken Gülşah benim ve Cemal’in arasında ve hepimiz sakin bir şekilde etrafa son bakışlarımızı yapıp geri dönmeye hazırlanıyorduk. Ki Gülşah huzursuz bir şekilde kıpırdanmaya, öne, seyir terasının göstermelik korkuluklarına doğru hamle yapar gibi oldu. Gayrı ihtiyari Cemal beline sarıldı. Gülşah artık Cemal’den kurtulmaya çalışırken bir yandan da;
- Gitmem lazım, bırak beni…
diye gözlerinden süzülen yaşlarla inliyordu. Cemal’e yardım için ben de diğer taraftan Gülşah’ı tutmaya çalışıyordum. Cemal bir yandan;
- Gidemezsin, olmaz
diye bağırıyordu.
Gülşah’ın gücü giderek azaldı. Artık biz karşı koyamıyordu ve Cemal’in kollarında kendinden geçti.
- Hemen dışarı çıkalım…
dedi Cemal.
Tekrar ettirmeden arkamızdaki insanların şaşkın bakışları altında hızlıca mağaranın çıkışana yöneldik. Dışarıdaki banklara çöktüğümüzde ter içindeydik. Gülşah hala kendine gelememişti. Cemal;
- Yola devam edelim, arabada kendine gelir
dedi.
- Neydi bu? Ne oldu?
diye sorduğumda;
- Bilmiyorum
derken yüzüne çaresizlik ve korku ifadesi oturmuştu.
- Nasıl bilmezsin? Kızı tanımıyor musun? Bunun bir nedeni olmalı?
diye sıkıştırmaya devam ettim. Cevap veremedi. Arkadan sakin bir ses;
- Acıktım dedi.
Gülşah arka koltuktan başımızı ikimizi arasına uzatıp sanki bir şey olmamış gibi tekrar;
- Acıktım dedi.
Sinirlerime hâkim olamıyordum;
- İyi her şey yolundaymış demek ki, ilk marketi olan benzin istasyonuna gireyim de bir ziyafet masası döşeyeyim sana.
Gülşah;
- Yok sadece süt içmek istiyorum. Büyük boy olursa sevinirim.
Cemal sessizliğini koruyordu. Dayanamadım;
- Sen sütten önce ne olup bittiğini bir anlatsan da anlasak
Gülşah sanki bir şey olmamış gibi;
- Anlatacak bir şey yok
diyerek sorumu kulak arkasına attı. Canım iyice sıkılmış ve tepem atmıştı. Benzin istasyonunda Gülşah bir litrelik sütü başına dikerken bir yandan gözleri bizdeydi. Biz de elimizde iki kahve ile kendimize gelmeye çalışıyorduk.
>>> Devam edecek… Dördüncü bölüme geçebilirsiniz.