Daha

    Gülün Gizemi

    İş hayatımın kısa bir döneminde Taipei-Taiwan’da bir fabrikada çalışma şansını yakalamıştım. Gördüğüm, tattığım her şeyin farklı ve ilginç geldiği bir dönemdi.

    Yemek molasına çıkmak üzereyken yan masada oturan Taiwan’lı arkadaşım Huang;
    - İşten çıkışta seni ilginç bir yere götürmemi ister misin?
    diye sorunca zaten yapacak bir şeyi olmayan ben bu teklife balıklama atlayıp;
    - Olur, nereye gideceğiz?
    deyiverdim.
    - Sürpriz
    dedi.

    Anlatılmayanlar…

    • Söz vermiştin …

    diyerek Cemal lafa başladı.

    • Sözüne rağmen sana anlatmaya çekindiğim şeyler vardı. Güvenmeme rağmen bunları dillendirmek çok zordu. Ancak görünen o ki artık zamanı geldi.

    Ve konuşmaya başladı. Konuştukça hem rahatladı hem de açıldı. Gülşah artık tüm dikkati ile bizi izliyordu. Cemal anlattıklarının yettiğine karar verince sustu ve arabaya döndük. Gülşah;

    • Artık her şeyi biliyorsun
    • Her şeyi değil, sen niye anlatmayı denemiyorsun?
    • Hatırlar mısın? Cemal’e nasıl bulduğunu sormuştun. Balçova Termal’in arka tepelerinde güya doğa yürüyüşü yapıldığını bilirsin. En azından duymuşsundur. Yamacın yukarılarında gezinirken ıslak çimlere tutunamayıp kaymaya başladım ve yürüyüş yapan insanların dibine düştüm. Korkuyla “başını ezelim, öldürelim” diye bağırmaya başlamışlardı ki aralarından biri bunu engelledi. İşte Cemal’le ilk karşılaşmamız böyle olmuştu. Derimde hafif çizikler vardı. Beni sırt çantasına koyup eve getirdi. İyileşmemi sağladı. Ancak o da henüz neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu.

    Cemal yavaşça başıyla bu sözleri onayladı. Gülşah anlatmaya devam etti;

    • İyileştikten sonra bir sabah erken saatlerde dönüşmüş olarak gözlerimi açtım. Her ne kadar bu dönüşümü kontrol edebiliyor olsak da ruh halimizin iyi olmadığı dönemlerde kontrol edemiyorduk. Bunun için çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Genelde mutlu olduğumuzda ya da aşırı korkuda istediğimiz an dönüşümü gerçekleştirebiliyorduk. Neyse, gidip Cemal’in yanına yattım. Uyanıp beni fark ettiğinde şaşkınlık korku içinde odanın bir köşesine savrulmuş ne olduğumu anlamaya çalışıyordu. Olup bitenleri anlatmaya çalıştım. Önce inanmadı. Ancak kollarımda ve bacağımdaki çizik izleri, beni nasıl alıp geldiğini detayla anlatmaya başlayınca hala korku içinde bana bakarken ikna oldu. Kim bilir belki de korkudan ikna olmuş gibi görünmeyi tercih etti.

    Lafa;

    • Zor bir durum. Görmeden inanmam mümkün değil.

    diye girdim. Gülşah;

    • Bu dönüşümü bir insanın görmesi onun için kötü sonuçlanıyor. Bu yüzden bunu kimseye görünmeden yapmayı tercih ediyoruz. Aksi takdirde o insanı yok etmemiz gerekiyor.

    Tam burada yüz ifadesi donuklaştı ve devam etti;

    • İnsanlar bizi düşman olarak görüyorlar ve nefret ediyorlar. Unuttukları şey kendimizi bildik bileli insanoğluna yardım etmeye çalıştık. Zehir dedikleri şeyi eskiden biz şifa niyetiyle insanlara sunarken daha sonra ilaç yapmakta kullanmalarını sağladık. Ama ne yaptılar? Hep daha çok diyerek bizi sömürmeye ve deneylerde kullanmaya başladılar. Derimizi süs eşyası yapmaları işin başka boyutu. Milattan önceki zamanlardan bu yana her yerde sembol olarak kullanılıyoruz. İnsanlar tıbbı bile sembolü olarak bile bizi resmederek gösteriyorlar.

    Ya Hindistan’da, Fas’da eğlence aracı olarak bizden faydalanmalarına ne demeli? Bunu yapanları sokmamamızı, onlara saldırmamamızı kendi güçleri olarak görürler. Halbuki bizim insanla alıp veremediğimiz bir şey yok. Onlarda nefreti anlamamamız mümkün değil.

    Direkt sordum;

    • Yoksa sen şahmaran mısın?

    Gülşah güldü ve devam etti;

    • Demek efsaneyi biliyorsun. Hayır değilim. Aslında şahmaran diye bir şey de yok. Efsaneyi insanların dikkatini başka yöne çekmek için biz oluşturduk. Dünyanın birçok yerinden benzer efsaneler anlatılır. Yaşam döngümüzde ölmeden hemen önce kendi öz halimizi alırız. Ne yazık ki birimiz ölürken bu dönüşüm durdu ve yarı yılan yarı insan halinde öldü. Nedenini araştırmacılarımız bulamadı. Ancak ilerleyen zaman içinde yeni araştırmacılar yeni imkanlarla bunun nedenin bulabilir diye saklamaya karar verdik. İşte sizin padişah tarafından Yerebatan sarayında bulunan lahitten olan bu kardeşimizdi.
    • Nasıl yani? II. Abdülhamit devrinde bulunan lahitte olan şahmaran mıydı?
    • Beni dinlemiyor musun? Şahmaran diye biri yok. O da benim gibiydi. Ancak bulunanın gerçek olduğu kesin olarak belgelense ve araştırmaya devam etselerdi bize ulaşabilirlerdi. Bu da sonu gelmez bir soy kırım olurdu. Tarihte yaşananlara bak, insanların soykırım çekinceleri yok. Kendi cinslerini rahatlıkla yok eden, sürekli savaş çıkaran, ayrımcılık yapan zihniyet ve ruh hali bize neler yapmazdı. Dolayısıyla bulunanları hem ortadan kaldırmak hem de oluşturduğumuz efsanenin içine dahil etmemiz gerekiyordu. Zor olsa da yapabildik. Sonrasında daha dikkatli olmaya başladık. Varlığımıza ilişkin en son yaşanan olay buydu. Bir daha olmadı.
    Gülün Gizemi – Dördüncü bölüm

    Aklım iyice karışmıştı. Aklımdaki sorulara yetişemiyordum;

    • Anlamadığım şey ya da yorumladığım şey senin gibi insanların arasında yaşayan başkaları da var. Birbirinizi tanıyor musunuz? Soyunuz nasıl devam ediyor?

    Yolumuz kalıyor ama anlatayım;

    • Evet. Yorumun doğru. Çok olsak da azınlıktayız. Zaten çoğunluk olup insanlara karşı bir şey yapma gibi bir niyetimiz ve hedefimiz de yok. İnsanların hissedemediği bir koku yayarız. Bunu ancak biz ve bazı hayvanlar hisseder. Birbirimizi bu şekilde bilir ve hiçbir zaman açık bir şekilde temas kurmamaya çalışırız. Ben yani dişilerimizin çocukları benim gibi olur. Doğduktan bir süre sonra belli bir yaşa geldiklerinde dönüşüm yapabilme yetkinliğini kazanırlar. Bir insandan hamile kalsak da doğum yapmak için yumurtlamamız gerekir. Bunun için yeraltı dünyamıza inmemiz gerek. Erillerin çocukları insandır. Bundan dolayı soyumuz hızlı çoğalmaz. Hatta tükeniyoruz bile diyebilirim.

    Şimdi Gülşah’ın mağaradaki çılgınca davranışı bir anlam kazanıyordu. Dayanamadım;

    • Sen, Cemal’den çocuk mu bekliyorsun?

    Başını öne eğdi ve biraz da utanarak;

    • Evet, doğduğunda insan yavrusu olmasa bile evet. Biraz daha zamanım var. Bu doğumu son ana bırakmak istemediğim için gitmem gerekiyordu.

    Her türlü zulme rağmen yılanların insanlara bir nefreti yoktu. Gülşah bunu açıkça ifade etmişti.

    • Madem sizin insanlarla bir derdiniz yok neden varlığınızı ortaya koyup birlikte bir yaşam oluşturmuyorsunuz? Aradan geçen çok uzun yıllar var. İnsanlar daha modern ve anlayışlı. Sizin varlığınızı rahatlıkla kabul edilebileceğini düşünmek yanlış olmaz. Bize bak. Cemal ve Ben seninle bir problem yaşamıyoruz ve ilişkimiz yaşayacak gibi de durmuyor.

    Gülşah’ın dudaklarında acı bir gülümse belirdi. Gözleri süzülür gibi oldu;

    • Söylediklerin mantıklı. Ama siz olduğunuz için mantıklı. Şöyle etrafa bir bak. İnsan doğayı ne hale getirdi ve getirmeye devam ediyor. Farklı türlere nasıl davranıyor. Sürekli nesli tükenen bitkiler ve hayvanlar söz konusu. Kendi türünden olanlara yaptıklarını bir hatırla. Dünya savaşları. Hatta aynı dili ve dini olanların kendi aralarındaki etnik savaşlar. Ruanda’daki soykırım, Bosna Hersek soykırımı. Daha ölenlerin kanları kurumadı. Tarihte olanları, Yahudi soykırımı? Geçmişte insanların yaptıkları gelecekte yapacaklarının göstergesi, değil mi?

    Çok ama çok nazik bir yere parmak basmıştım. Gülşah her dediğinde haklıydı. Devam etti;

    • İnsanlardaki hırs, açgözlülük, her şeye sahip olma ve muktedirlik arzusu olduğu sürece dünya nasıl daha güzel bir olacak? Söyleyebilir misin bana? Gözleri paradan ve kazanmaktan başka bir şey görmüyor. 

    Derin bir nefes aldım. Duyduklarımı sindirmeye çalışıyordum. Gülşah’ın söyledikleri zihnimde yankılar yaparak tekrar edip duruyordu. Cemal kenarda çaresiz bir görünüm içinde dinliyordu.

    • Efsanede anlatılan ihanet nedir? Gerçekten Cemşap var mıydı?
    • Evet. İhanet diye bir şey de söz konusu değil. Yeraltına girişi efsanedeki gibi olmasa da -çünkü bunu biz böyle anlattık- vardı. Sonraki şifa için şahmaranın yakalanması, öldürülmesi bizim efsaneye katkımız. Şimdi insanlar da efsaneyi böyle bilip anlatıyorlar. Cemşap bir koruyucu. Aynen Cemal’in olduğu gibi. Belki biraz da senin.    

    Tekrar yola koyulduğumuzda Gülşah kıvrılıp uykuya daldı. Bu şekilde tatilin de keyfini çıkarmak zor olacaktı. İçimden söylene söylene Antalya’ya doğru yol alıyorduk. Cemal hala ağzını açıp tek kelime etmemişti.

    Antalya’nın Beldibi ve devamındaki Kemer, Tekirova, Çıralı, Adrasan bölgesinin doğası farklıdır. Antik kentlerin büyük bir kısmının buralarda olmasının bir nedeni olmalı. Faselis (Phaselis) antik kenti görülmeye değer bir ören yeridir. Kumluca’da (Çıralı) Olimpos’un sönmeyen ateş efsanesi de bu yöreye aittir. Buraya Yanartaş derler. Sönmeyen bir ateş geçmişten gelen izleri sürdürmek için yanar da yanar… Likyalılar nereye yerleşeceklerini iyi biliyormuş. Çam ağaçları Tahtalı dağı ve Beydağlarının doruklarından başlayıp yayıla yayıla Antalya Fethiye yolunu atlayıp denize kavuşur. Yeşil ve mavi iç içe girmiştir. Biri nerede biter diğeri nerede başlar anlamakta zorlanırsınız. Bu yeşilin ve mavinin sizi davet ettiğini hisseder kendinizi huzur içinde kollarına bırakır gözlerinizi kapar Likyalıları hayal etmeye başlarsınız.

    Beldibi’nde odaları çam ağaçlarının altındaki iki katlı binalarda olan tatil köyüne yerleştik. Hemen arkadaki dağlarda başlayan çam ormanı sahilde denizin uçsuz bucaksız mavisine kavuşuyordu. Kâh sahilde kâh havuzun kenarında güneşin altında vakit geçiriyorduk. Akşamları tatil köyünün düzenlediği eğlencelere katılıyorduk. Her şey yolunda gidiyor gibiydi. Sakin ama huzuru biraz kaçmış halde. Sayılı gün çabuk geçermiş. Kesinlikle. Kimsenin fikrini sormadan dönüş için Fethiye yoluna devam ettik. Kimse de ses çıkarmadı.  

    Tarihin tekerrürü

    İşimin kaçınılmaz yanı olarak yine yurtdışı görevi verildi. Ancak bu sefer yön Uzakdoğu kadar uzak ve uzun değildi. Romanya’da iki hafta sürmesi planlanan bir sistem devreye almaydı. Bunu Cemal’le paylaştığımda yüzü asıldı ve;

    • Sen şimdi gider gelmezsin, ben de burada tek başıma kalırım

    diye sitemkâr lafları sıralamaya başladı.

    • Sen de gel
    • Nasıl?

    Haklıydı. Çok istemesine rağmen bunu yapabilecek durumu yoktu. Bir yanında Gülşah diğer yanında “o” elini ayağını bağlıyordu.

    Bizim iki haftalık görev süresi planlamacıların şaka olsun diye söylediklerine uygun hale geliverdi;

    “Bir plan yaparken saatleri güne, günleri haftaya, haftayı aya ve ayları yıllara çevirerek devam et”

     Evdeki hesap çarşıya uymamıştı ve yapacak bir şey yoktu. Cemal’le haberleşmemiz sürse de işin teslim süresi yaklaştığı son iki haftada tamamen kesintiye uğradı. Bunda dönüş zamanı yaklaştığı için umursamazlığımın etkisini kabul etmem gerek. Son hafta zaten gündüz ve gece birbirine girdi. Hep iş sona ermeye yakın problemler ve eksiklikler üst üste gelir.

    Nihayet nisan ayının ikinci cuma akşamı gece yarısını geçe evden içeri girdiğimde yorgunluktan bitkin haldeydim. Sadece uyumak ve dinlenmek istiyordum. Bütün hafta sonum evde sırt üstü yatıp dinlenmekle geçti. Cemal’i aramak aklımdan geçse de çağırırsa kıramam giderim düşüncesiyle aramadım.

    Haftanın ilk iki günü de rapor vermek ve işleri toparlamak uğraşlarıyla koşuşturma içinde geçti. Çarşamba günü biraz rahatlamış etrafı görecek hale gelmiştim. Cemal’i aramak yerine sürpriz bir ziyaret yapma fikri aklıma yerleşti. İş çıkışı direkt Cemal’in evine gittim. Zili çaldım. Açan yok. Kapı duvar. İçeride hayat belirtisi yok. İyice merak içinde telefonunu aramaya başladım. Üçüncü arayışta açıldı. Ancak gelen ses Cemal’in değildi. Kendimi tanıttım. Babasıymış.

    • Cemal’e ulaşamıyorum. Telefonu da sizde. Ne oldu? İnşallah kötü bir şey yoktur.

    Babası;

    • Bizde ulaşamıyoruz ve nerede olduğunu bilmiyoruz.    

    Yorgun ve dertli anlatmaya başladı. On gün önce Cemal’i aramışlar. Cevap vermemiş. Aramaya devam edip uzun bir süre cevap alamayınca babası kalkıp gelmiş. Cemal’in arabası kapının önünde duruyormuş. İyice meraklanmış ve korkmuş. Bu korkuyla eve girmiş. Telefon ve cüzdanı sehpanın üzerindeymiş. Kimlik, ehliyet, kredi kartları yerli yerinde iken hiç nakit para yokmuş. Evde her şey yerli yerindeymiş. Bu korkuyla polise gidip kayıp ihbarı yapmış. Ancak polis de yaptığı inceleme sonunda başladığı araştırmadan bir şey çıkmamış. Babasını “bir şey çıkarsa haber veririz” diye göndermişler. Adam neredeyse ağlayacak vaziyette bunları anlattı. Dayanamadım sordum;

    • Banyoda küvette olan

    diye devam ederken lafımı kesti;

    • Onu biliyor musun?
    • Evet
    • O da yoktu. Banyo ve küvet tertemizdi.

    Sormaya devam ettim;

    • Kız arkadaşıyla konuştunuz mu? O ne diyor?

    Bu sefer babası şaşkınlık içinde;

    • Kız arkadaşı mı vardı? Bize hiç bahsetmedi.

    Anlatmaya başladım;

    • Adı Gülşah. Tanıştığımda bana da sürpriz olmuştu. Çok iyi anlaşıyorlardı. Cemal, Gülşah ve O birlikte yaşıyorlardı.

    Gittiğimiz Antalya tatilini detaylarıyla anlattım. Babasının bunlardan hiç haberi yoktu. Sesinden hissettiğim kafası iyice karışmış ve çıkmaza girmişti. Büyük bir üzüntü içindeydim. Ne söyleyeceğimiz ve ne yapacağımı bilmiyordum. Polisin araştırmasına yardımcı olabileceksem gidip konuşabileceğimi söyledim. Ancak söylediklerinden polisin bu olayı ancak kendilerine duyuru yaptıkları diğer şehirlerden bir haber geldiğinde ele alacaklarını anladım. İçim daralmaya başladı. Nefes almakta zorlanıyordum. Düşünemiyordum. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Yapacağım bir şey olursa aramalarını ve ilk fırsatta kendilerini ziyaret edeceğimi söyledim.

    Günler neden her şey normalmiş gibi sürmeye devam eder? Etrafa baktığımda insanlar kendi zamanlarında yaşamaya devam ediyorlar. Herkesin bir meşgalesi var. Bir insan, sevdiğim bir arkadaşım kayboldu. Neden insanların bunda haberi yok? neden biri çıkıp “burada” diyemiyor? Biçare vaziyette eski grup arkadaşlarımla bir araya geldim. Onların da haberi benim vasıtamla oldu. Kendi gayretlerimizle ulaşabildiğimiz her sosyal çevrede araştırmaya başladık. Arada bir babasını Cemal’in telefonundan arayıp bilgi veriyordum. Bu numarayı aramak bende bir an Cemal’in sesini duyacağım umudunu yaşatıyordu. Ama bir türlü olmuyordu. Polisi de arayıp soruyordum. Bıktırmıştım onları da. En sonunda açık bir şekilde “aramamamı” söylediler. Yok yok yok. En ufak bir iz yok. Sanki yer yarıldı da içine girdi.

    Zaman ilaç oluyor mu? Göz görmeyince gönül katlanabiliyor mu? Bu soruların cevabı kocaman bir “hayır”. Unutulmuş gibi görünse de Her şey bilinçaltının bir köşesine yerleşip ara sıra seni sıkıştırmak için keyfine bakıp uygun anı gözlüyor. Ve ne yazık ki sen bunun farkına bile varmıyorsun. Ancak günlük olayların getirdiği öncelikler etkili olmaya başlıyor. Belki de insan farkına varmadan önceliklerini değiştirmeye başlıyor. Kim bilir bu da rahatlamanın, hayata devam etmenin bir yöntemi. Aksi halde düşüncelerin baskısı hayatı yaşanmaz hale getirecek.

    Bende farklı olmadı. Öncelikleri işe vermeye başlayınca Cemal’in babasını aramalarım seyrekleşmeye başladı. Aynı şeyleri tekrar etmek bize acı vermeyi sürdürüyor başa sarıyorduk. Ağzımıza almasak da “ölüm” ikimizin kafasında gezinen bir kavramdı. Bunu hissedebiliyor dillendirmek istemiyorduk. Nişanlanmam araya girince görüşmelerimizin arası iyice açılmaya başlamıştı. Törene davet etmeme rağmen gelmediler. Bir yandan ve gecikmeden evlilik hazırlıklarına başlamıştık. Bu da ayrı bir telaş. Bu koşuşturmanın arasında “artık arasam iyi olur” dediğimde telefon açılmadı. Tekrar aramalarım hep cevapsız çağrıya düşüyordu. Birkaç gün ara verip inatla tekrar denediğimde “bu numara artık kullanılmamaktadır” sesli mesajı ile içimde büyüyen boşlukla geçmişi anımsamaya başladım. Daha fazla beklemeden Cemal’in bana verdiği tarife göre Bostanlı vapur iskelesinden içerlere doğru yürümeye başladım. Demirköprü’ye yaklaştıkça evleri gözlemeye başlamıştım. Apartmanı bulmam kolay oldu. Tam köşede altında araba park yeri olan soluk mavi boyalı bir bina. Zili çaldım. Açan olmadı. Israrlar çalmaya devam ettim. Yine ses seda yok.

    • Kimi aramıştınız?

    Sol arka tarafımda dikilen adamın sorusuydu. Halinden belliydi, apartman görevlisi olduğunu düşündüm. Zilin üzerini okumuştum.

    • Ulvi beylere bakmıştım.

    Adam başını sağa sola doğru sallayarak;

    • İki hafta önce apar topar taşındılar.
    • Nereye gittiklerini söylediler mi? Bir adres, telefon numarası bıraktılar mı?

    Yine başını sallayarak;

    • Yok, hiçbir şey söylemeden gittiler.

    Öylesine kaldım. Yapacak bir şeyin kalmamasının insanı bu kadar umutsuzluğa düşürebileceğini ilk defa orada anladım. Bütün yaşananlar geçmişte yerini almaya doğru yol alıyordu. İçim yine yanmaya başladı. Adam gitmemi bekliyordu. Teşekkür ettim ve sahil yoluna doğru ayaklarımı sürükleyerek yürüdüm. Bir yandan da başka ne yapabilirim diye düşünmeden edemiyordum. Aklıma gelen hiç ama hiçbir fikir yoktu.

    Bunları unutmak kolay değil. Mutlaka daha baskın bir şeylerle uğraşmak gerekiyor. Bir yandan işe saldırırken diğer yandan evlilik hazırlıklarına sığınmak, kendi zamanımı yaşamaya gayret etmek bana kurtuluş gibi gelmişti. Ama değilmiş. Bunu uzun zaman sonra anlayacaktım.

    >>> Devam edecek… Beşinci (Son) bölüme geçebilirsiniz.

    İLİŞKİLİ İÇERİKLER

    Etkili bir dil olarak Fotoğraf

    Fotografın çok etkili bir dil olduğunu muhtemelen herkes teslim edecektir. Naif olandan yola çıkarak izah etmeye çalışalım. Facebook’tan, İnstagram’dan her gün milyon milyon fotograf paylaşılıyor. Önemli bir kısmı, “Bak ben kiminleyim, bak ben ne giyiyorum, bak ben nerede geziyorum, bak ben hangi yemekleri yiyorum, bak ben nerede tatil yapıyorum, bak ben ne kadar güzelim/yakışıklıyım, bak beni ne kadar çok seviyorlar” minvalinde başkasına nispet etmeye yönelik paylaşımlardır. Bunun için sosyal medyada fotograf paylaşan birey, fotografla kendisini ifade etmiyor mu sizce? Hem de nasıl!..

    Karanlığa Gömülmüşüz…

    “Toprağı işlemeyeceksin, çeşitli mera bitkileri ve tahıl tohumunu toprağa atıp kendi haline bırakacaksın. Çıkan bitkilerin tohumları tekrar toprağa düşecek ve yeniden yeşerecektir. Bu yöntemden daha iyi toprak iyileştirmesi yoktur. Tabii ki herkes gördüğünü yapar, alışkanlık en önemli kelepçedir."

    Gözlerinin niçin ıslak olduğunu sordular “Hiç…” dedi

    Yıldız, ders çalışmaya dönmek istiyor olsa da Çanakkale bir kez aklına takılmıştı, Büyük büyük dedesinin ve o neslin yaşadığı dramı Turgut Özakman o kadar canlı şekilde anlatmıştı ki, aklından çıkaramıyordu, toparlanamıyordu.

    Mehmet Aslan Güven’in fotoğraf yolculuğu

    Neye mal olursa olsun, ne tür zararlara yol açarsa açsın umurunda olmaksızın her şeyi yiyip yutmaya çalışan açgözlü bireylere, yapılara, sistemlere seslenmekte, özetle Küresel Hegemonya kurma arzusu taşıyan güçlere itiraz etmekte usta fotografçı.

    E-POSTA ABONELİĞİ

    Makale yazarı

    Okyar Atilla
    Okyar Atilla
    Geçmişte bir ara mühendisti. Şimdi tam zamanlı yönetici, gerçek zamanlı fotoğrafçı. Gündem "Fotoğraf" ise akan suları durdurur. Seyahat denildiğinde kapının önündedir. Klasik müzik ve kitap olmazsa olmazıdır. İki sokak köpeği, muhtelif sayıda kedi ile sürekli temas halindedir. Hızını alamadı mı dağda bayırda bulduğu gerçek köpeklerle konuşur. Sürekli sorgular. Merak ettiği bir konu olursa elinden kimse alamaz. "Bilgi ve sevgi paylaştıkça çoğalır" ilişkilerinin ana fikridir.

    POPÜLER İÇERİKLER

    Yorum Politikamız: Arthenos.com ekibi olarak tüm okuyucularımızı tartışmalara aktif olarak katılmaya teşvik etsek de, Davranış Kurallarımıza uymayan veya yayınlanan materyalin editoryal standartlarını karşılamayan herhangi bir içeriği Silme / Değiştirme hakkını saklı tutarız.

    YORUM YAPILDIĞINDA BANA BİLDİR
    Bana bildir
    guest

    0 Yorum
    Beğenilenler
    En yeniler Eskiler
    Satır içi geribildirimler
    Bütün yorumları göster
    0
    Düşünceleriniz bizim için önemli. Belirtmek ister misiniz, lütfen yorum yapın.x