Bir kırkbeşlik plağın üzerine yapıştırılmış küçük bir etiketin üzerinde yazıyordu plak evinin adı: “Mazmanlar Plak Evi Hatay”. Bant kayıt stüdyoları kapanalı, tarih sahnesinden çekileli kaç yıl olmuştu? Ben hatırlamaya çalışıyorum. Çocukluk ve gençlik yıllarımda Zonguldak’ın en büyük plakçısı olan Rodim Plak’ın sahipleri Kemal abiyi ve Suat abiyi. Elime geçen ilk harçlıkla koşup plak alırdım. Annem kızardı bana “Bu kadar plağı alıp ne yapacaksın?” derdi. Sonra köprü altındaki Kör Seyfi’nin dükkanını. Soli Bant Kayıt Stüdyosunu, Mine Mağazasını, Gürdal Mağazasını… Aslında müziği bu kadar çok sevmemde EKİ radyosunun elbette büyük payı vardı. Sonra Efsane Orkestralar. Deniz Kulübü, Sürmen, Kozlu Parkı, Emirgan, Gülistan Çay Bahçelerinin meşhur orkestraları. Efsane solist Sedat Öztek’in söylediği şarkılarla az mı dans etmiştik…
OA: Gelenek haline gelmiş. Özgeçmişle başlayalım. Birol Üzmez’e “Birol Üzmez kimdir?” diye sorsam kısaca neler söylersiniz?
BÜ: Birol Üzmez günümüzde, şu anda çocukluk, gençlik hayali olan bir plakçı dükkanını yedi seneden beri işletiyor. Bir dönem çok yoğun olarak fotoğraf çalıştım. Belgesel ağırlıklı çalışma yaptığım için beş altı yılım çok yoğun geçti.
OA: Hangi yıllar?
BÜ: 2006 yılında Tariş’de çalışırken “Ege Mahallesi” projesini çalıştım. Daha sonra 2007 yılında emekli olunca daha fazla zaman ayırmaya başladım. Ege Mahallesi -Mortakya- zaten bir sene falan sürdü.
“Bu çalışma çingeneler üzerine olan en iyi çalışmalardan birisidir. Ege mahallesi tam bir gettodur ve girilmesi çok zordur. Birol Üzmez bu engeli aşarak çok güzel ve önemli bir projeye imza atmıştır.”
Bu projeyi eşim Tülin ile beraber çektik. Ege mahallesini çalışmayı çok istiyordum. Çünkü ben Tariş’de çalışırken tam Ege mahallesinin içinde bir fabrikamız vardı. Tariş’in Pamuk Yağı Kombinası. O dönemde benim kurduğum Tariş Fotoğraf Grubumuz vardı. Tabii bu fabrikaya gidip gelirken Ege mahallesinin içinden geçmek gerekiyordu.
“Burada Birol Üzmez şu notu düşüyor: İZBAN demiryolunun geçmesiyle mahalle Tepecik ve Kahramanlar semtiyle olan bağlantısını koparıyor. Ve iyice ayrışıyor ve içine kapanıyor. Dışarıyla tüm bağları kopuyor.”
Ege Mahallesinin sergi ve sunumları sonra ben “Kortejo” ları çalışmaya başladım. Aile evleri… Aile evleri de benim İzmir’e ilk geldiğim 1993 yılında Basmane taraflarında, Tilkilik’te, Anafartalar caddesinde fotoğraf çekerken gördüğüm bir tabeladan aklımda kalmıştı. O zamanlar aile evlerinde yaşanıyordu. Şöyle bir baktım, insanlar, çamaşırlar, harala gürele bir yaşam var. Ancak kapıdan içeri giremedim. Çok merak etmiştim ama kendimi hazır hissetmediğim için çekmek için bir şey yapmamıştım. Tabii aklımın bir köşesinde kalmıştı. Ege Mahallesinden sonra aile evlerini çalışmaya başladım. Aile evleri de epey zaman sürdü. Bir yıl kadar.
Aile evlerinden sonra Yusuf Hocayla (Tuvi) ile Basmane’yi çalıştık. Bu üç proje yoğun bir şekilde peş peşe geldi. İşte Ege Mahallesi –Mortakya-, Aile Evleri -Kortejolar” ve Basmane benim üç dört yılımı alan önemli projeler oldu. Aslında hepsi de birbiri ile bağlantı olan projelerdi.
OA: Şimdi İzmir’e geldikten sonra dediniz. Bir de İzmir’e gelmeden öncesi var o zaman. Ben instagram hesabınızdan biliyorum da….
BÜ: İkiye bölünüyor yani… İzmir öncesi İzmir sonrası… “İ” den önce “İ” den sonra.
“Bu tanım ikimizin de hoşuna gidiverdi. Biraz da tarihsel yaklaşıp İ.Ö ve İ.S. dedikten sonra işi M.Ö. ve M.S. ya bağlayıverdik. Tabii birlikte gülüşmeler işin eğlencesi oldu. Ben “Hadi bir de M.Ö. ne bakalım o zaman” deyiverdim”.
BÜ: Hangisinde daha çok çalışma var. Aslında İzmir sonrasında kayda geçen daha çok çalışma var. Tabii öncesinde de çalışmalarım var. O dönemim de farklıdır. İzmir öncesinde çocukluk dönemim var. Zonguldak dönemidir bu.
OA: Instagrama koyduğunuz maden ocakları, madencilerin fotoğrafları var. Onlarda önemli işler bence.
BÜ: Beni şekillendiren, bugüne getiren Zonguldak’tır. İzmir projelerim bu alt yapının üstüne geldi.
OA: O zaman fotoğrafa Zonguldak’ta başladınız diyebiliriz? Nasıl oldu? Fotoğrafa sizi çeken neydi? Neler yaptınız?
BÜ: Aslında fotoğrafçı bir aileyiz. Babamın “Foto Film“, dayımın da “Foto Turan” isimli bir fotoğraf stüdyosu vardı. Rakip değillerdi ama ara sıra şaka yollu birbirlerine laf atarlardı. Bu arada amcamın da Akçakoca’da “Foto Muzaffer” ismiyle bir stüdyosu vardı. Üçü bir araya geldiler mi babamla dayım amcama “Kasaba fotoğrafçısı” diye takılırlardı. Bu şakalaşmalarını izlemeye doyum olmazdı. Yani benim sağım solum önüm arkam fotoğraftı. Tabii sürekli babamın yanında olduğumdan fotoğrafı babamdan öğrendim. Birlikte karanlık odaya girerdik. Bana sürekli işin püf noktalarıyla ilgili bilgileri verir sonrasında da uygulamam için “Hadi sıra sende” derdi. Nasıl bir güven anlatılamaz. Düşünün gelin damat fotoğrafını ben banyo ediyorum. Fotoğraf yansa ben de yandım yani… (birlikte gülüyoruz)…
Babam tab ettiği fotoğrafları akşam ıslak ıslak eve getirirdi. Bir odada yere sererdik ve sabaha kadar kurumasını beklerdik. Sabah toplanırdı dükkana giderdi. Bir sürü fotoğraf görürdüm. Hatta böyle küçük küçük (burada bir taraftan da sanki o günlerdeymiş gibi eliyle havada göstermeye başladı) vesikalık fotoğraflarda slide gösterisi falan yapardım.
Karanlık odaya ilk girdiğim zamanlar “Bu bir sihir” demiştim, gözlerimi faltaşı gibi açarak. Düşünün, elinizde bir beyaz kart var. Suya koyuyorsunuz ve yavaş yavaş ortaya görüntü çıkıyor. Sonra sonra babam anlattıkça işin teknik taraflarını kavramaya başlamıştım. Stüdyoda kocaman ayaklı bir makine vardı. Babam makinanın arkasında körüğe kafasını sokar bir şeyler yapardı. Sonradan öğrendim; netlik ayarlarmış. Sonrasında ışıklar açılırdı. Sonra, tabii düşük estantane “kımıldama çekiyorum, tak” deklanşöre basıp çekiyor. Plan film kullanırdı. 10*15 ebatlarında. İkiye bölersin çekersin dörde bölersin vesikalık çekersin.
OA: Peki o filmlerden elinizde var mı?
BÜ: Var var, şurada kutu var (eliyle plak raflarının üstündeki kutuyu gösteriyor). Babam şöyle bir şey yapmış. Annem vefat ettikten sonra evi tahliye ederken kanepenin altında buldum. Birlikte çalışırken ben bile bilmiyorum. Define bulmuş gibi oldum. Biraz sonra negatiflere birlikte bakarız (söyleşi heyecanı ile laf lafı da açınca unuttuk gitti).
OA: Vivian Mayer’in negatifleri gibi olmuş.
BÜ: Bütün negatifleri isimlendirmiş ve arşivlemiş. Yani negatifteki kimdi diye kara kara düşünmeyeceğim.
OA: Babanız Zonguldak’ı fotoğraflamış mı?
“Burada bizim söyleşi yön değiştiriverdi. Ancak bu Birol Üzmez’in hayatında önemli bir dönem. Üzerinde durmaya değer diye düşünerek konuşmanın seyrini değiştirmek için bir şey yapmadım. Ben de bunları hikaye gibi dinlemekten hoşlanmıştım”.
BÜ: O dönemde Zonguldak fotoğraflarını çekmemiş.
OA: Siz çektiniz mi?
BÜ: Çektim. Ancak öyle dişe dokunur şeyler olmadı ne yazık ki. Karakucak gidiyordum o sıralarda. O dönemde stüdyo fotoğrafçılığı gelin damat, sünnet, kına, vesikalık gibi işleri kapsıyor. Fotoğrafçı evlere çağrılır. Onların fotoğraflarını çektim.
OA: Maden ocaklarında çok önemli çalışmalarınız var. Ocaklara indiniz…
BÜ: Tabi tabii.. Bu çalışmalar belli bir olgunluk döneminden sonra oldu. Mesela ben ticari fotoğrafçılık yapmadım. Stüdyo açmadım. Ortaokul Lise dönemimde Olympus marka bir makinam vardı. Leica tipi. Arkadaşlarımın fotoğraflarını çekiyordum. Satıp para kazanıyordum. Harçlığımı çıkartıyordum. Ama o zamana kadar sanat fotoğrafın ne olduğunu bilmiyorum. Nerden bileyim? Büyüdükçe anlaşılıyor. Sonra lise bitti. Askere gittim. Askerde Ankara Deniz Kuvvetlerinin Foto Film Merkezindeyim. Yani tam yerine düştüm. Ve askerlik dönemimde Ankara’da beni sanatsal olarak besleyen iki yıl geçirdim.
OA: Kaç yıllarındaydı?
BÜ: 1981’lerde… Ankara’dasınız. Deniz Kuvvetleri Foto Film Merkezindesiniz. Daha ne olsun? Her şey sebil gibi. Olanaklarımız çok fazlaydı. Karanlık odamız var, malzeme süper, film sayamadığın kadar. Fotoğraf makinası sıkıntımız yok. İstediğimiz gibi fotoğraf çekiyoruz. Genelde büyük komutanların fotoğrafı çekileceğinde astsubaylar giderdi (astsubay fotoğrafçılar) tertip çekileceği zaman da ben giderdim. Sürekli fotoğrafla iç içeydim. Evci çıktığımda da böyleydi.
“Her hafta sonu evci çıkarmış. Ve sürekli Ankara’nın sanat dünyasının takipçisi olmuş. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının sıkı takipçisiymiş. Ve tabii en önemli kitapevlerinin de. Diğer sanat dallarıyla da geçen dolu dolu bir iki yıl var Ankara’da. Ben lafa girip kızları Ada’nın opera ve baleye yatkınlığını buna bağladığımı söyledim. Birol Üzmez de Ada’nın kendi isteği olduğundan bahsetti”.
Ogün’ün (oğlu) fotoğrafçı olmasını istedim. Oğlumun üstüne çok gittim. Bir yarışmada ödül olarak verilen makinayı ona vermiştim. Sırf fotoğrafla ilgilensin diye. Baktım o şekilde olmuyor. Dayatmayla olmuyor. Baba olarak çocuğumuzun bize benzemesini istiyoruz. Ama onun içinde başka bir cevher var. Kendi yolunu çizdi. Bunu ortaya çıkarıp desteklemek gerek. Doğrusu bu. Ada’da böyle yaptık. Görsel hafızası çok iyi ama bizden dayatma yok. Özellikle söylemiyorum. Küçük bir fotoğraf makinası var. İster çeker ister çekmez. O şimdilik dansı tercih etti ve biz de destekliyoruz.
OA: Hani dans derken dans fotoğrafçılığına da geçiş yapar mı? Ne dersiniz?
BÜ: Aslında yavaş yavaş olacak. Onda da hiçbir şekilde zorlama yapmayacağız. Kendi yolunda gidiyor. Dört yaşlarındayken bir bale gösterisinde yönetmen Ada’nı oyunu izlemesini görüp yanımıza geldi. “Çocuğunuz farklı” dedi. Daha sonra da yolumuz bu öğretmenle kesişti ve Ada’nın öğretmeni oldu.
OA: Fotoğraf yolculuğunuzda babanızın çok büyük etkisi olmuş. Onun haricinde size rehber olan yön veren kimler oldu?
BÜ: Aslında bir itirafta bulunayım mı? 1984 yılında… 😊
OA: Bunları yazabilir miyim? (Bir süre gülüşüp tartışıyoruz)
BÜ: Hani “Off the record” yapalım… 1984 yılına kadar öyle veya böyle bir şekilde fotoğraf çekiyorum. Askerden gelmişim, babamın dükkanına takılıyorum. Bir yolum bir çizgim yok. Bir an kendimi sorguladığım bir durumda kalıverdim. Kendimin eksik yanlarını gördüm.
(Bunu aynen yazdım. Yönetim tekniğinde biz buna “Gelişecek yönler diyoruz. Da Birol Üzmez direkt ifade etmekten çekinmedi. Evet arkadaş “Eksik yöndür”. Ne biliyorsun belki gelişemeyecek… Açık yürekliliği için Birol Üzmez’e teşekkürler.)
Geçmişten gelen arkadaşlarımın hepsini sildim. Kendime “Fotoğraf çekiyorsun da ne çektiğini biliyor musun? Ne yapacağını biliyor musun?”
Ve kendime yön çizmeye karar verdim. Hedefler koymaya başladım.
“Bu da kişinin kendi başına yapabileceği zor işlerden biridir”.
OA: Burada çok önemli bir noktaya değindiniz Eğer fotoğrafa hevesliyseniz (aslında sanatın bir dalına veya bu yapmak istediğiniz bir iş de olabilir) kendinize sormanız gerekiyor; fotoğrafta ne yapmak istiyorsun? Nasıl yapmak istiyorsun? Varmak istediğin yer neresi? Gibi…
BÜ: Tamam, fotoğraf çek. Ağaç çek, böcek çek, güneşin batışını çek. De amaç ne? Cevap aranması gereken soru budur işte. Hedefimi koydum; Birol, daha iyi fotoğraf çekebilmek için senin bu işi öğrenmen gerek. Alt yapın var, makine kullanmasını biliyorsun da bakış açın ne? Bunu geliştirmen gerekiyor. O da Zonguldak’ta olmuyor işte (Burada yine o günlerin ve o anların havasına giriverdi. O zamanlar yaşadığı ilk adımlardaki sıkıntıları yüzüne yansıyıverdi. Ama bu çok kısa sürdü). Noolcak? İstanbul’a gitmen lazım. Sekiz saat yol…Otobüsle… Nasıl olacak? O zaman İFSAK Başkanı İbrahim Akyürek’in Zonguldaklı olduğunu öğrendim. Gideyim konuşup kurslara katılayım dedim. Kurslar Cumartesi günleri. Beni kaydetti. Şimdi ben Cuma akşamı otobüse biniyorum, sekiz saat yoldan sonra kursa katılıyorum, akşam gene otobüse binip Zonguldak’a dönüyorum. O zaman bütün baba fotoğrafçılar İFSAK da. Onları görüyorsun, bir arada oluyorsun. Durum böyle olunca kafama dank etti; fotoğraf başka bir şey. Başka bir yönü varmış. Biz Zonguldak’ta kendi dünyamızda kendimizi avutmuşuz.
OA: Kimler vardı?
BÜ: Hepsi oradaydı. Şemsi Güner, Ali Rıza Akalın, Gültekin Çizgen, Cengiz Akduman, Aclan Uraz, Cengiz Karlıova, Sabit Kalfagil, Mehmet Bayhan, … Yani İFSAK’ın altın yılları. Böylece kendime yeni bir yol çizdim. Daha farklı fotoğraf çekmeye başladım.
OA: Burada iki şeyin altını çizelim. Bir, “fotoğrafta amacın ne?”, iki “amacınıza uyan başka fotoğrafçılar neler yapıyor”…
BÜ: Şimdiki gibi teknoloji yok ki, giresin internete birçok ülkenin fotoğrafçıları neler yapıyor bakasın. Zonguldak’ta bir tek ben fotoğraf çekiyorum. Etrafımda başka kimse yok. Fotoğraf yok. Neyi göreceksin ki? Bu kataloglardan çok beslendim. Cumhuriyet gazetesinin orta sayfalarında bazen fotoğraf olurdu. O kadar yani… Bir gün bizim oradaki tek kitapçıda bir fotoğraf dergisi gördüm. Üstüne balıklama atladım. Hemen abone oldum. Tabii yarışma duyuruları da vardı. Yarışmalara katılmaya başladım. Önce sergilemeler gelmeye başladı. Tabii yarışma katalogları geliyordu. Bunlarda çok farklı fotoğrafçıların çektiklerini görmeye başlayınca ufkum açılmaya başladı. Derken bir gün “Bayer” in açtığı yarışmada birincilik ödülü aldım. Sonrasında FIAP ın uluslararası yarışmalarına katıldım. Bronz madalya aldım. Tabii bu ödüller beni heyecanlandırdı ve motive etti. Zonguldak’ta sergiler açmaya başladım. Hala madenciler yok… 1986 yılında Zonguldak Belediyesinde işe girdim.
“Büyük bir tesadüfle Belediye Başkanı Birol Üzmez ‘i fotoğraf çekerken görür ve çağırır. Sorar; “Benle çalışmak ister misin?”. Ve halkla ilişkilerde işe başlar. Belediye imkanlarıyla nikah salonun bir bölümünü sergi salonuna dönüştürür ve burada sergiler açılmaya başlar. Altı arkadaşıyla Zonguldak Fotoğraf Grubunu kurar. Dört yıl üst üste Fotoğraf Günleri düzenler. İFSAK bağlantısı ile de oradan birçok fotoğraf sergisini Zonguldak’a getirir”. İFSAK Zonguldak’a fotoğraf gezisi düzenler. Birol Üzmez mihmandardır. Ve ilk defa bu grupla maden ocaklarına giderler”.
O zamana kadar hala madenci fotoğrafı çekmedim. Bu gezide içinde olduğum maden ocaklarını yakından görme fırsatını elde ettim. Çektiğim fotoğrafları dönemin solcu kesiminde olan arkadaşlarıma gösterirdim. Kahvede briç oynarlardı. Gösterirdim fotoğraflarımı, burun kıvırırlardı. Onlar kahvede Türkiye’yi kurtarırken ben fotoğraf çekerdim. Beğenmezlerdi, “Sen ne yapıyorsun?” diye sorarlardı. Bozulurdum. Kendime yine sordum; sen ne yaptığını biliyor musun? Sen nerede yaşıyorsun? Zonguldak’ta. Ödüller var. Tamam da, ne var çevrende? Maden ocakları ve madenciler… Sen neden kendi yaşadığın çevrendeki madencileri çekmiyorsun?
“İşte şimdi asıl hikaye başlıyor. Aslı fotoğraf yolculuğunun başladığı sorgulama anıdır bu. Biz buna mevcut durum değerlendirmesi deriz. Hedefleri gözden geçirilmesi deriz. Birol Üzmez ’de bunu yapmayı iki şey tetikliyor; İFSAK’ın gezisi ve arkadaşlarının burun kıvırması”.
OA: Bu söylemlerinizle genç fotoğrafçılara ve fotoğraf heveslilerine “Çevrene iyi bak, farklı gözle bak” diyorsunuz. Bu söylemin aynısını değerli Ahmet Esmer’de üzerinde dura dura belirtmişti.
“Anlatmaya devam ediyor”.
BÜ: İFSAK’lılar geldi şak şak şak çekip gittiler. Ben içerdeki adamım. Çocukluğum bu çevrede ve bu insanlarla geçti. Onların duygularını anlayabiliyorum. Yaşantılarını biliyorum. İçlerindeyim. Bu fotoğrafa ruh katan ve hayat veren bir durumdur. Eğer çalışacağınız konuya çevreye yakın olamıyorsanız fotoğraflarınız “donuk” olacaktır.
Kentin içinde yaşayan, doğan büyüyen bir insan olarak kömürle yaşıyorsun. Isıtmadan, yemek pişirmeye her yer kömür. Sokağa çıkıyorsun kömür. Sana artık doğal geliyor. Dedem rahmetli, Mecit dedem ocaklarda marangoz olarak çalışmış. Annem kömür havzasında ilk okula gitmiş. Nerden başlayayım dediğimde annemin ilk okulundan başlayayım dedim. O, annemim elinde mandolinle fotoğrafı olan okuldan bahsediyorum. Gittim, aradım. Ama bulamadım. Orayı gördükten sonra madencileri çekmeye karar verdim.
OA: Fotoğrafın sizin için anlamı ne?
BÜ: Fotoğraf bir şey anlatmalı. Ne söylemek istiyorsun? Bir hikayesi olmalı. Fotoğraf dilin ne olmalı? Ne söyleyecek? Nasıl söyleyecek? Konun ne? Konu önemli. Genel fotoğraf kuralları zaten olmak zorunda. Bunları geçelim. Baktığın zaman fotoğraf ne anlatacak. Ben bir hikayenin peşinden gidiyorum. Bir şey anlatmak için yola çıkarsın. Anlatırsınnn anlatamazsınnn… Biz geleceğe bir şey bırakmak zorundayız. Ne demişti Ara Güler, “Biz tarih yazıyoruz”. Kavramsalda da bir şeyler anlatırsın. Orhan Alptürk kafasında kurarak yaratarak hikayesini anlatıyor. Ben insanlarla anlatıyorum. Bu benim yolum. Orhan ve kavramsalcılar düşünüyorlar, kurguluyorlar ortaya fotoğrafı çıkarıyorlar. Şimdi ise ortada fotoğrafçı var fotoğraf yok.
OA: Fotoğraf sanat mıdır?
BÜ: Valla bilmiyorum. Fotoğrafın sanat fotoğrafı olup olmadığına zaman karar verir. Fotoğraf çok değişik alanlarda değişik amaçlarda kullanılıyor. Sanat amacıyla çekersen “sanat fotoğrafı” olabilir. Mesela Mars’ın fotoğrafı bilim fotoğrafı.
“Burada bayağı uzun konuştuk. Hepsini yazmıyorum. Hayatın değişik alanlarından örnekler veriyor. Aynı fikirde olduğumuz çok nokta oldu”.
OA: Ödülleriniz içinde en önemli gördüğünüz hangi ödüller oldu?
BÜ: Türkiye’de en önemli iki yarışma var; Sami Güner kupası, Şinasi Barutçu kupası. Yirmi yıl önce dikkat çekmiştim ve çağrılmıştım. İlk turda sergilendi ama ikinci aşamaya geçemedim. Sonrasında “Mortakya”, “Aile evleri” basında yer alınca Şinasi Barutçu kupasına yine çağrıldım. Tabii yirmi yıl önceki Birol’den çok farklıyım. Demlenmişim yani…
OA: Şimdi bunları birinci ağızdan dinlemek benim için çok keyif verici.
BÜ: Tarihe not düşüyoruz… Şinasi Barutçu kupasına yine çağrıldım. “Mortakya” dan altı fotoğraf seçtim. Zor oldu tabii… Binlerce fotoğraf var. Da altı fotoğraf seçmek zor oldu. Birinci aşamayı geçtim.
OA: Şimdi bir kere daha vurgulamak gerek. “Mortakya” diyoruz da bu proje çingenelerin iç dünyasıdır. Ege mahallesi yoğun oldukları yerdir.
“Burada bir süre Ege mahallesinin hikayesini konuşuyoruz. Birol Üzmez o bölgede geçirdiği uzun zamanda edindiği bilgileri anlatıyor”.
OA: Şimdi bu noktada ben kişisel görüşümü beyan edeyim. Çingeneler ve yaşamları üzerine birçok fotoğraf izledim. Benim için bu konuda bir Koudelka’nın “Çingene”leri var bir de Birol Üzmez’in “Mortakya”sı… Nokta.
BÜ: Bu çalışmaya başlamadan önce kendime şunu sordum. Oğlum, Josef Koudelka bunu yapmış. Sen utanmıyor musun bu konuyu işlemeye? Ama öyle değil. Herkesin hikayesi ve anlatım tarzı farklı. Orada çok canlı bir yaşam var. Ben önce şaşırdım. Önce hıdrellez, düğünler, nikahlar, sünnetler, kına geceleri. Birlikte yemek yedik. Bir tek yatmadık. Burada önemli olan nereden bakıyorsun? Biz o insanların yaşamlarını yansıttık.
“Şinasi Barutçu” hikayesine devam ediyoruz.
Aile evlerini çalıştım. Bu da Ege mahallesi gibi oldu. Yedi ay filan sürdü proje. İkinci yarışmaya da “Aile evleri” nden gönderdim. Onlarda turu geçti. O seneler performansımın en üst düzeyde olduğu dönemlerdi. Burada Tülin’in (eşi) çok katkısı oldu. Benim eleştirmenim gibiydi. Son olarak Yusuf (Tuvi) hocayla “Basmane Oteller Sokağı” nı çalıştık.
Üçüncü sene de bununla katıldım. Sami Güner kupasına da “Madenciler”, “Mortakya” ve “Aile Evleri” ile sunum gönderdim burada da kupayı aldım.
Tarihe saygı ödülleri de aldım. Sonra National Geographic dergi yarışmasına da gönderdim. Orada da üçüncülük aldım. Erdal Kınacı’nın birinci olduğu sene. Sonra NG benden Ege Mahallesinin röportajını istediler. Bunu da yayınladılar. Bir de telif verdiler. Bir süre NG’nin İzmir’de serbest fotoğrafçısı olarak çalıştım.

Bu arada “Bando” var. Bak şimdi konu konuyu açıyor. Ege mahallesini çalışırken çok müzisyenle tanıştım. Müzik ruhlarında var. Ege mahallesi projesi bitmeye yakınken müzisyenleri çekeyim dedim ve bando projesi çıktı. Bu proje olarak yayınlanmadı.
OA: Şimdi bu çalışmalar M.Ö. ki çalışmalar değil mi? Analog makinalar kullanıyorsunuz herhalde?
BÜ: Madenciler analog ama diğerleri dijital makinalarla. Mortakya Canon 20 D ile…
“Bandoda kaldığımız yerden devam”;
Neyse İzmir’de değişik bandoları çekerken Tire bandosunu duydum. Gittim. Aaaaa, ne göreyim. Yaşlı amcalar. Eski müzik aletleri… Ben şimdiye kadar bando çekmemişim. Şimdi Tire bandosunu Mösyö Slavo kurmuş. Bu enteresan bir konu. Adamla ilgili bilgi bulamıyoruz. İkinci dünya savaşında Çekoslovakya’dan nazilerden kaçıyor. Cemal Reşit Rey’i buluyor. Buna git Tire’de bando kur diyorlar. O dönemde bütün törenlere Tire Bandosu gidiyor. Adam Yahudi diye üzerine gidiyorlar, adamla uğraşıyorlar ve adam Mısır’a kaçıyor. Buradan bir fotoğrafla NG’nin Türkiye ayağında birincilik alınca doyuma ulaşıyor insan. Yeter artık dedim.
Şimdi burada dur dedim kendime… Ama hayatımda fotoğraf hep var.
OA: Kitabınız var mı?
BÜ: Kendi adıma yok. Yusuf hocayla “Basmane Oteller Sokağı” başka yok.
“Diğer projelerinin kitaplarının olmaması bence kayıptır”.
OA: Fotoğraf çekerken bir daha gitsem dediğiniz yer var mı?
BÜ: Bunların dışında kimsenin bilmediği işlerim de var. Coca Cola’nın “Hayata Artı” projesinde 18 ilde fotoğraf çekmemi istediler. Bu yerlerde kaldığım sürece kendim için de fotoğraf çekme imkanını buldum.
OA: Buradaki fotoğraflarınızı yayınlamadınız.
BÜ: Yani bunlar tek tek fotoğraflar. Her bir şehirden bir sergi çıkar.
“Sanırım bu konu üzerine biraz fazla bastırdım. Neden mi? Bu sohbetten sonra Birol Üzmez Facebook sayfasında Doğu’dan iki portre çalışmasını yayınladı. Fotoğrafları görünce gülümsedim. Oğlum iyi ki bastırmışsın dedim kendime. Şimdi bu an o yörelerle ilgili aklında olan bir projeyi detayla anlatıyor. Ama burada paylaşmıyorum. Ola ki fırsat bulup bir proje olarak hayata geçirir”.
“Birol Üzmez Facebook ve Instagram sayfalarında fotoğraflarını yayınlamaya devam ediyor. Bu söyleşide örnek olması bakımından ve kısıtlı yer nedeniyle az sayıda fotoğraf yayınlayabiliyoruz. Okuyucularımıza tavsiyem Birol Üzmez ’i takip etmeleridir”.
Değişik festivallerde çektiğim fotoğraflar var. Benim tarzım olarak bir proje için gidip orada birkaç ay kalmam gerek.
İlk Güneydoğu Anadolu gezim Özcan Yurdalan’ın Fotoğraf evi ile düzenlediği bir geziydi. Mardin benim hayalimdeydi. Sürekli Mardin ile yatıp kalkıyordum. Geziye katıldım. Yanımda 20-30 kaset dia, 10 kaset SB film yola çıktık. Büyük hayallerle Mardin’e geldikkkkk etraf toz bulutu. Mardin ortada yok. Hiçbir şey gözükmüyor. Bütün Mardin hayalim paramparça… Suriye’den kum fırtınası gelmiş. Bir gece kalacağız ve ben Mardin’de tek kare çektim. O da kum bulutları arasında ay gibi gözüken masmavi bir güneş fotoğrafıdır. Otobüs gezisinden döndükten sonra kendime iyi ki de fazla fotoğraf çekmemişim diye söyledim. Çünkü o coğrafya o kadar etkileyici ki sürekli fotoğraf çektiğinde ve vizörden baktığında gerçekliği yitiriyor insan. Pek çok şeyi göremiyorsun hissetmiyorsun, duyumsayamıyorsun. Fotoğraf çekmeyip izlediğin zaman daha çok şey görüyor aslında insan.
OA: Sosyal medya ile aranız nasıl diye soracak olsam da sizin hem Facebook hem de Instagram hesabınız olduğunu biliyorum.
BÜ: Instagrama biraz mesafeli kaldım. Akıllı telefonum yoktu. Katılmam geç oldu. Katılınca şöyle bir avantajı olduğunu gördüm; Dünyanın değişik fotoğrafçılarını çalışmalarını görebiliyorsun ve onlar da benim çalışmalarımı görüyorlar. Whatsapp’ı kullanıyorum.
Birol Üzmez Facebook hesabı
Birol Üzmez Instagram hesabı
OA: Fotoğraf çekerken kendinize özgün bir teknik oluşturdunuz mu?
BÜ: Hiç ön yargılarım yok. Ortamda ne varsa doğallığı bozmadan çekiyorum.
OA: Kompozisyona müdahale ediyor musunuz?
BÜ: Çok çok değil. Belki çok küçük şeyler. Sedirde oturuyordur da şuraya gelir misin gibi. Işığa da müdahale etmiyorum.
OA: Siyah beyaz mı renkli mi?
BÜ: Siyah Beyazı tercih ederim. Renklide bazı şeyleri kamufle edebiliyorsun. Hele karanlık oda devrinde her şeyiyle iyi olmak zorundaydı. Şimdi Photoshop’u iyi bilmelisin. Mesela hem Ege Mahallesi hem de aile evlerinde İlke ile çalıştım. Fotoğrafları ona teslim ettim ve ne istediğimi söyledim. Harika iş çıkardı. Ancak Basmane’de biz yaptık. Basmane projesinde içime sinmeyen tek şey fotoğrafların işlenmesidir.
OA: Fotoğrafla uğraşmasaydınız ne ile uğraşırdınız desem “plak” la mı dersiniz?
BÜ: Hayır. Fotoğrafla uğraşmasaydım yanmıştım. Ne yapacağımı bilemezdim herhalde. Sıradan bir insan olurdum herhalde.
OA: Yani şöyle diyebilir miyiz; sanatla uğraştığınızda gelişiyorsunuz. Farklı bir insan oluyorsunuz.
BÜ: Her şeyden önce kendini ve insanları tanıyorsun. Felsefe ne diyor; “kendini tanı” diyor. Fotoğrafçı alçak gönüllü olacak.
“Burada geçmişteki tanınmış fotoğrafçılardan giriyoruz. Ve konu bir anda siyasete geliveriyor. Bütün bunların içinde tek soruyu yazayım da “blog” kapanmasın. “Gittiler Doğuda fotoğraf çektiler de orası için ne yaptılar? Fikret Otyam’dan da yıllar önce benzer lafları dinlemiştim”.
OA: En sevdiğini projeniz desem?
BÜ: Aile evleri ve madenciler arasında kalıyorum.
“Madenciler projesinde bir grev, Ankara yürüyüşü, grizu patlaması fotoğrafları var ki… Allah Allah”.
OA: En sevdiğiniz fotoğrafınız ya da fotoğraflarınız desem?
“Bu arada ben aklımdaki fotoğrafları sayıyorum”
BÜ: Bir tane yok. Dediğin gibi her projemde sevdiğim fotoğraflarım var.
OA: En sevdiğiniz Türk fotoğrafçılarınız desem?
BÜ: Başta Ara Güler, Hüseyin Türk, Soner Yaman, Ömür Değirmenci ve kimsenin tanımadığı Zonguldak’lı arkadaşım Ayhan Ülkü.
“Böyle pat diye soruverince isimler akla hemen gelmiyor. Aslında konuşma süresince kayda geçmeyen farklı Türk fotoğrafçılarını adlarından bahsettik”.
OA: En sevdiğiniz yabancı fotoğrafçılar kimlerdir?
BÜ: Bresson, Koudelka ve o ekoldekiler tabii. İran’lı fotoğrafçılardan çok iyi işler çıkıyor. Bulgaristan’dan iyi fotoğraflar geliyor.
OA: Fotoğrafa hayatını adamış üstat olarak genç fotoğrafçılara tavsiyeleriniz neler olacak?
BÜ: Önce araştıracaksın. Okuyacaksın. Bakacaksın, bu konuda kim neler yapmış. Sen neyi farklı yapabilirsin? Her şeyden önce bütün egolarını kenara bırakacaksın. İnsanlara eşit mesafeden bakacaksın. Onunla diyalog kuracaksın, tanımaya çalışacaksın. Çektiklerini kötü niyetle kullanmayacaksın. Saygı önemli. Olduğu gibi kabul edersin. Değiştirmeye çalışmazsın. Bol bol fotoğraf bakacaksın, izleyeceksin. Kendine özgün konular bulmalısın. Her gördüğüne hemen atlamayacaksın. Bazen çekmemek de gerekebilir. Çok fotoğraf çekmek “fotoğrafçılık” demek değildir.
OA: Fotoğraf projelerinizde başına ilginç olaylar gelmiştir. Hemen aklınıza geliveren bir tanesini anlatır mısınız?
BÜ: Ege mahallesini çalışırken kahvede bir amca oturuyordu. Baktım, dişleri güneşten parladı. Altın kaplamalı. Tam roman tanımına uyuyor. Çekmem lazım. Yanaştım, tam fotoğrafını çekeceğim “Dur” dedi. Şöyle bir süzdü sordu; “Sen şimdi bunu niye çekcen?”. Anlattım projeyi. Sordu; “Bana bir faydası olcak mı?”, “Yok”, “Sana bir faydası olcak mı?”, “Yok”, “Bana para vercen mi?”, “Yok”, “Sen bundan para kazancan mı?”, “Yok”. Elinin tersini şöyle sallayarak “Hadi git işine” dedi. Adamın mantığı o. Açık ve net. Evlenirken mahalleden klarnetçi ayarladık, ilk soru; kaç para vercen? Yani adamın gözünde her şeyin bir değeri olmalı. Biz çekiyoz çekiyoz çekiyozzzz….. Sürekli cepten harcıyoruz.
OA: Kompozisyon tarzınız nedir?
BÜ: Doğallık. Benim için önemli olan doğal olması. Öyle ekleme çıkartma yapmam. O ortamda ne varsa vardır. Bazılarını rahatsız eden yerdeki kâğıt, plastik şişe, ben ellemem. Onlar o anın bir parçasıdır. Mesela çekmişim, arka planda teller direkler var. Durur orada.
OA: Hangi fotoğraf makinalarını kullandınız?
BÜ: Analog dönemde Olympus ve Canon AE-1. Zaten Olympus’un dijitalini de yaptılar. Daha sonra Canon 20 D ve Canon 5D.
OA: Objektif?
BÜ: Analogda 28mm. Dijitale geçtikten sonra 17-40 bir objektifim vardı. Şimdi de 24 e 105.
OA: Altın dişli roman amca hikayesi çok güzeldi. Başka aklınıza gelen bir hikaye daha var mı?
BÜ: Aile evlerinde hepsinin bir hikayesi vardı. Mesela “pavyon Kamil”. Pavyon Kamil, Ege’nin bıçkın delikanlısı, ayakkabının Topuğuna basarak yürüyen, belediyenin cenaze araba şoförlüğü yapan sonra da dibe vurmuş. Bu projeden beni en çok üzen fotoğraflarını çektiğim insanların sonra ölmesi. Yani ben çekiyorum onlar ölüyor. İster istemez etkileniyorsunuz. Onları sorunları sizin sorunlarınız oluyor. Acıma da başka bir şey.
Şunu da eklemek istiyorum; geçtiğimiz yıllarda bir İFOD ayın fotoğraf etkinliğinde seçici bendim, öyle fotoğraflar geldi ki dayanamadım “Ben artık fotoğrafı bıraktım” diye bir laf ettim. Bu aslında Oktay Akbal’ın “Ben Atatürkçü Değilim” kitabındaki gibi bir ironiydi. Yani adam “Siz Atatürkçüyseniz ben değilim” demek istiyordu. Ben de “Siz bunlara fotoğraf diyorsanız ben fotoğrafçı değilim” e lafı getirdim. Fotoğrafı hiç bırakmadım. Ama o günden sonra hiçbir etkinliğe davet edilmedim. Şimdi, çok fotoğraf çekmek fotoğraf çekmek midir? Çok iyi projeler yapmışım. Şimdi demlenme zamanı. Biraz nadasta kalmak gerek. Belki farklı bir tarz deneyeceğim. Zonguldak’ta madencilerden sonra on beş yıl ara vermişim. Tariş’te ürünlerimizin bütün aşamalarının çalışmasını yaptım. Tariş arşivi oldu. Hala kullanılıyor.
OA: Bir ara “Sahaya döndüm” gibi bir şeyler söylediniz.
BÜ: Tülin’le hıdrellezi çekiyoruz. 2006 da başladık hala çekiyoruz. Kömürden sonra Zonguldak’ı tekrar çekmek istiyorum. Ama eski tadı olmadığını biliyorum.
“Kayda giren ancak yazıya dökemediğim çok şey konuştuk. Onlar da bana kalsın. Birol Üzmez Türk fotoğrafının önemli bir ismi olarak açık yüreklilikle sözünü sakınmadan anlattı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğu anlatırken bana yaşattı. Fotoğrafta başarılı olmanın ya da aslında yapmak istediğimiz ne olursa olsun başarıyı nasıl yakalayacağımızın ipuçlarını verdi”.
Kendisini tekrar saygıyla selamlayıp sevgiyle kucaklıyorum. En kısa zamanda başlangıç olarak arşivindeki fotoğraflarla ve birlikte yeni projelerle aramızda aktif olarak görmek isteğimi tekrarlıyorum.
Sevgiyle saygıyla…
Röportaj tarihi: 17 Nisan 2019 Çarşamba
servisteyken bir solukta okudum…sebahattin beye katiliyorum..usta bosuna denmiyor…birol usta gibi fotografcilarin cirakligini yapmayi isterdim..tesekkurler okyar bey…
Muharrem Bey, değerli yorumunuz için çok teşekkürler. Sebahattin ile karşılıklı olarak “fotoğraf atölyesi yapsak mı?” diye sorup duruyoruz. Biraz daha hazırlanalım ustalarımızla bir araya gelmek için toplantılar da organize edebiliriz.
Çok güzel ve özel fotoğraflar. Fotoğraf deyip geçilemeyecek her biri ayrı hikaye anlatan sanat eserleri. Ustalık işte budur. Birol Üzmez hocamı tebrik ediyorum. Bizi bu gibi değerlerle tanıştırdığı için arthenos ekibine ve emeği geçenlere selam olsun.
Erdal Bey merhaba,
Bu fotoğrafların roman mahallesinde, Kemeraltında ve Basmane’de sergi açılışlarında bulunan biri olarak yerinde ve fotoğraflardaki insanlardan bir kısmıyla bir arada olmanın ayrıcalığına sahibim. Kimbilir belki Birol’u ikna eder ve yer bulursak bu sergileri başka şehirlere de taşınmasına ön ayak olabiliriz.
Sevgili Okyar,nazik önerilerin hoşuma gitti. Bence artık günümüzde karta basılı fotoğraf sergisi olayı misyonunu kapatmış durumda.Bir sanat galerisinde sergi açıldığı zaman 10 ya da 15 gün aralığında çok kısıtlı sayıda izleyici ile buluşuyor.Körler sağırlar birbirini ağırlar misali.Üstüne bir de kokteyl müdavimleri var ki bir onların kuru kalabalıgıyla ugraşmak zorundasın. Kent içinde Büyükşehir belediyesinin metrolarda,vapur iskelelerinde boş boş duran yüzlerce lcd ekranı var. Örneğin bir fotoğraf sergisi açılacaksa bu lcd ekranlarda sürekli dönmeli.Böylece halka ulaşmış olursun.Yani adam metroda yürüyen merdiveninden çıkarken geçirdiği o bekleme anında yapacak başka işi yok karşısında senin fotoğraflarını görmeli.İskelede vapur saatini beklerken,metroda tren beklerken ekranlarda senin fotoğraflarını görmeli.Sergi salonları da artık Led büyük boy led televizyonlara geçmeli.Hem baskı maliyetleri de ortadan kalkmış olur daha fazla fotoğraf sergilenmiş olur diye düşünmekteyim.
Sevgili Birol, bu yazdıklarını sonuna kadar destekliyorum. Sergi halka açık yerde olduğunda daha çok izleme alıyor. Amaçta zaten insanlara dokunmak değil mi? Dediğin biri Ara Güler’in bir sergisi Taksim metrosu duvarlarında açılmıştı. İFOD Alsancak sergisini Kıbrış Şehitler caddesinde açmıştı. Bu konuda belediyelere iş düşüyor. Ancak yine bizim gayretimizle fotoğrafı ön plana çıkaracak hamleleri yapmamız gerekiyor. Bu dediğin fotoğrafa farklı bir nefes getirecektir. Değerli yorumun için çok teşekkürler.
Portekiz Sinagogu Kültür Merkezine dönüştürülmüş.Kortejo “Aile Evleri” sergisi yeni düzenlemelerle o mekanın ruhuna uygun olarak yeniden açılabilir belki.
güzel yazı için teşekkürler
Emre bey beğendiğinize sevindik. Çok teşekkürler.
Okyar bey ben bu yazı dizisini çok sevdim.
Emeğinize yüreğinize sağlık, keyifle okudum.
Selam ve saygılarımla.
Öner Bey çok teşekkürler. Ben de bu söyleşileri yaparken çok keyif alıyorum. Arkasından da konuşmaların çözümlenmesi ve yazıya dökülme eziyeti geliyor. Bitince ve yayınlanınca bütün sıkıntılara değen güzel yorumlarınız bir sonraki için enerji veriyor.
Sevgili okurlarımız,izleyicilerimiz ve takipçilerimiz, dün akşam İFOD da Birol üstat’ın ayın fotoğraf seçimi vardı. Konusu Pink Floyd’un “The Wall” albümü parçalarından esinlenerek çekilecek/yapılacak/yaratılacak/kurgulanacak fotoğraflardı. Bu etkinlikler keyifli oluyor. Seçicinin (dün akşam Birol’du) fotoğrafa bakışını ve fotoğrafı nasıl anladığını dinliyorsunuz. Eğer Birol Üstada sormak istediğiniz bir şey olursa lütfen bu yorumlar kısmından sorabilirsiniz. Kendisi blogumuzu takipçisi ve yazılanları okuyor. Cevap vermekten mutlu olacağını bana ifade etti.
Sevgi, saygı ve fotoğrafla kalın…
Birol hocam merhaba,
Yukardaki yorumda paylaştığınız fikre bayıldım. Artık herşeyin dijitale dönüştüğü bu camiada sergilemenin de dijital olması kitlelere ulaşmak açısından çok daha faydalı olacaktır. Her ne kadar baskının tadını vermese de sanırım kitlelere ulaşmak için buna mecburuz.
Sizin gibi değerli üstadların camiada hala güzel şeyler üretiyor olması ve bizim gibi fotoğraf severlere yol göstermesi bizler için çok değerli. O yüzden lütfen kendinizi geri plana çekmeyin.
Yeni çalışmalarınızı, sergilerinizi bekliyoruz. Selam ve saygılarımla.
Öner bey,baskılarda dijital aslında!Analog karta baskı kalmadı artık.Mürekkep püskürtmeli injeckt baskılar alınıyor sergilerde. Bir süre sonra solup uçup gidiyor renkler. Biz eskiden 30.40 boyutunda İlforda yada Tetenal kartlara karanlık odada basardık fotoğraflarımızı. Şimdi her şey bu kadar elektronikken bunun da nimetlerinden bir şekilde faydalanmak gerekir diye düşünmekteyim. Konak belediyesinin atıl vaziyette pek çok salonu var. Örneğin vestelle anlaşıp bir salonu düzenleyebilirler. Aslında geri planda değilim hatta o kadar koşmuşum ki baktım arkamda kimse kalmamış.Şimdi biraz bekliyorum yetişsinler diye ve bildiklerimi de talep edenlerle paylaşıyorum. Sagolsun Okyar bey iyi dürttü beni.
Değerli dostum,
İçinde, fotoğrafla ilgilenen her kesime ayrı ayrı ders niteliğinde bilgiler olan bu güzel röportaj için teşekkürler. Birol ustamızı sayende çok daha yakından tanıma ve çalışmalarını görme fırsatı bulduk. Emeklerine sağlık.
Selamlar sevgiler.
Sevgili dostum, senin bu “ders” dediklerini ben “özel ders” olarak alıyorum. Tabii bu da benim röportajcı olarak avantajım oluyor 🙂 Dediğin gibi Birol, farklı bakış ve çalışma tarzıyla ön planda olması gereken bir fotoğrafçı. Kendisinde bir hareketlenme oldu. Bakalım zaman ne gösterecek…
Sevgili Okyar,bir dönem çok fazla ön planda olmak beni çok rahatsız etmeye başlamıştı.Etrafında çok fazla ilgi oluyor ve bu ilgiden bazen bunaldığınız kabuğunuza çekilmek istediğiniz oluyor. Ben kendi kabuğuma çekildiğim dönemde Ada gibi bir projeyi hayat geçirdik.Benden bir şey istendiğinde her zaman yardımcı olmaya çalışıyorum.Bak sen röportaj talep ettin de ben geri mi çevirdim:-) Günümüzde zaman çok hızlı akmaya başladı ve bizler bu hıza yetişemez olduk.Oysa dünyamız o kadar da hızlı dönmüyor. Biraz yavaşlamamız gerekiyor. Magnum gibi bir editoryal uygulamasını hayata geçirmek gerekiyor. Şimdi bir magnum fotoğrafçısı görevden döndüğünde fotoğraflarını editöre teslim ediyor. Bir sergi açılacağında da fotoğraflar seçiliyor ve kendisi basmıyor. Başka bir yere gidecek çünkü.Ama bizler hep çekiyoruz hemde ayıklıyoruz hemde basılacak fotoğrafları işlemeye çalışıyoruz. İnsanın kendi fotoğraflarına yabancılaşması lazım.Kendinin seçmemesi lazım. Şimdi benim 2006 yılından buyana çektiğim Hıdrellez fotoğraflarım var.Birikti de birikti.Bir müddet sonra alışıyorsun fotoğraflara. Sonra sıkılıyorsun. Üstünden zaman geçince de fotoğraflarını beğenmez oluyorsun.Yüzlerce fotoğrafın bir editör gözüyle farklı bir açıdan değerlendirilip ayıklanması lazım. Böyle bir sistem oluşmadı henüz.
Kesinlikle haklısın. Çeken ve seçen aynı kişi olmamalı. Bunun örneğini dün akşam “Basmane” projenizde Yusuf abi (Tuvi) nasıl yaptığınızı anlatmıştın. Ayrıca söyleşimizde de var; fotoğrafların yayına hazırlanmasını sen yapmıyorsun. Bence de doğrusu bu. Yurt dışında editörlük ve küratörlük çok önemli bir meslek olmasına rağmen ne yazık ki bizde yerini bulabilmiş değil.
Sevgiyle, dostlukla…
Sevgili Okyar,madencileri çekeli aradan 30 yıl geçmiş.30 Kasım grevin ilk günüydü.Dile kolay tam 30 koca yıl. Ara Gülerin dediği gibi.”Biz fotoğrafla tarih yazıyoruz.” Hakikaten öyle.Tarih oldu fotoğraflar. Ömür boyu hafızalarıma kazınan o büyük günü hatırlamaya çalışıyorum da bir insan ömründe görülebilecek en önemli toplumsal olaylardan biriydi.
Ben o zamanlar Cumhuriyet gazetesinin muhabirliğini yapıyordum. Grev kararının alındığı 20 Kasım günü sendika salonu alkışlarla yıkılıyor sloganlarla inliyordu.
Aslında 1989 yılında yapılan İnsana Saygı mitingi gelecek günlerde Zonguldak’ı nelerin beklediğinin bir habercisi gibiydi.İlk sinyaller o mitingde verilmiş ilk meşale o mitingde yakılmıştı.
Ben Zonguldak Belediyesi Halkla İlişkiler bürosunda çalışıyordum. Fotoğrafla ilgileniyor sergiler açıyor yarışmalara katılıyor ödüller alıyor arada sırada yerel gazetelere foto röportajlar hazırlıyordum.
Grev yaklaşmak üzereydi ve ben içimde hissettiğim toplumsal sorumluluk gereği Madencilerin sesini duyurmak için bir şeyler yapmalıydım.
1989 yılında maden işçilerinin yaşamını çekmeye başlamıştım .(Buraları hızlı geçiyorum)
Diğer bütün medya kuruluşlarının Zonguldak da temsilcileri vardı. Güneş gazetesinin muhabirliğini Ahmet Külsoy yapıyordu.Güneş o zamanlar çok güçlüydü.Milliyetin muhabirliğini Kemal yapıyordu,Günaydın Gazetesinde Mustafa Hoş,Hürriyetin zaten bürosu vardı Cevdet oradaydı. Anadolu Ajansının da yerleşik bürosu vardı,yerel gazetelerin muhabirleri de çok iyiydi. Harun Ersoylar,Ali Bahadırlar ve İnanışdaki arkadaşlar hepsi çok iyiydiler.
Cumhuriyetin muhabirliğini ise o zamanlar Hayri Ünlütürk yürütüyordu.Hayri amca yaşından dolayı Grevi takip edebilecek hem fotoğraf çekip hem de muhabirlik yapacak durumda değildi.
Benim düşünce yapıma en uygun Cumhuriyet duruyordu.Bende İstanbula gidip gazetenin Zonguldak muhabirliğini istemeye karar verdim.
Otobüse atladım ertesi gün İstanbuldaydım.Cağaloğlundaki eski binasına doğru yola koyuldum.
İşçi sendika servisinde Şükran Ketenci(Soner) vardı onunla konuşmaya karar verdim.Madencilerle ilgili köşe yazıları yazıyordu.
Gazeteden içeri adım attığımda heyecandan tir tir titremeye başladım.Düşünebiliyormusunuz bir tarafda Uğur Mumcu,Diğer tarafda İlhan Selçuk,Ötede Oktay Akbal,Ali Sirmen, Hasan Cemal nasıl bir mabeddi öyle.
Şükran Ablanın yanına çıktım.Kendimi tanıttım.Zonguldaktan geldiğimi önümüzde günlerde yaşanacak grevle birlik de kentte çok büyük değişimlerin olacağını gazete olarak bu yaşanacakları takip etmemiz gerektiğini anlattım. Beni dinledikten sonra ikna oldu ama karar merciinin kendisi olmadığını Yurt Haberler Şefi Yalçın Bayer ile görüşmem gerektiğini söyledi.
Akşam olmuştu Yalçın bey gazeteden çıkmıştı Gazeteciler lokaline gittiğini öğrendim. Sonra Cağaloğlundaki bulunduğu yere gidip kendisini buldum ve Şükran ablanın gönderdiğini söyleyerek muhabirlik istediğimi aktardım. İkna oldu ve git başla dediği bana.
Ben o gece Zonguldağa nasıl döndüğümü bilmiyorum.
İşte böyle bir serüven başladı benim için. Çok şanslıydım ,içeriden bir gözle çocukluğu zonguldakta geçmiş bir çiceği burnunda muhabir olarak 20 Kasım grev kararının alındığı gün başta olmak üzere deller köprüsünden geri dönene kadar tüm grevi baştan sona takip edip gün be gün belgeledim.
İlk grev pankartının asıldığı ilk grev konuşmasının yapıldığı Gelik ocaklarının önüne gelirsek. Fotoğrafta göreceğiniz gibi mahşeri bir kalabalık vardı. Ben iki kamerayla çalışıyordum Canon A-1 28 mm geniş açı obkektifle siyah beyaz çekiyor,Canon-AL 1 35×70 objektifle diapozitif çekiyordum.
Gelik ocakları bir vadinin ortasında kurulmuş bir konumdaydı.Ben bütün bu kitlesel kalabalığı alabilmek için yüksek bir mevkiye tırmandım. Tepeden kuş bakışı çektiğim bu fotoğraf madencilerin gücünü çok iyi betimliyordu. Kitlenin ortasında Sendika Başkanı Denizer elinde megafonla madencilere sesleniyordu.Bütün vadi o bildik sloganlarla yankılanıyordu. Ben uzaktaydım nasılsa Denizeri yakından çeken birileri vardır diye düşündüğümden hiç yanına gitmedim. Benim amacım genel kalabalık görüntüsünü aldıktan sonra başka bir şey arıyordum. Madencilerin öfkesini ve kararlı gücünü temsil edecek bir fotoğraf karesine ve tipik maden yüzlerine ihtiyacım vardı.
Kalabalığın içinde dolaşırken aradığım fotoğrafı bulmuştum.
O zamanlar filmli makineyle çektiğimizden tek bir karede en iyi görüntüyü yakalamamız gerekiyordu.Şimdiki dijitaller gibi onlarca üst üste çekme şansımız yokdu.
Bir kare çektikden sonra filmi sararken zaten dört beş saniye geçiyordu.
Bekledim ve yüzlerde ve yumruklardaki o istediğim ifadeyi gördüğümde denklanşöre bastım.
İşte bu kare orada ölümsüzleşti ve Ertesi gün Cumhuriyet gazetesinin ana sayfasında manşet olarak yer aldı.
İşte o gün ne olduysa oldu.Bizler grev konuşması yapıldıktan sonra dolmuşlara binip İstanbula haber geçmek için daktilomuzun başına gitmeyi düşünürken Zonguldak şehir merkezine doğru işçiler yürümeye başladı. Kimse ne olduğunu anlıyamadı.”Gemileri Yaktık Geri dönüş yok” sloganları işliğinde alanda bulunan yüzbinlerce madenci yürümeye başladı. Gelik neresi Şehir merkezi neresi 12 kilometre varmıdır?
Benim açımdan çok zor bir durumdu bende madencilerle beraber yürümeye başladım yürüyorum ama öne geçmem mümkün değil. Bu yürüyüşü belgeleyecek çok iyi bir fotoğrafa ihtiyacım vardı.
Karadona yaklaştığımızda Soğutma kulelerini ve kuyuları tepeden gören bir yere geldim.Nefes nefese kalmıştım. Böyle bir şeyi hayatımda ilk defa görüyordum Germinal filminden bir kareydi adeta.
Tepedeki düzlükde yaşlı bir teyze duruyordu.Puslu bir hava vardı tam kafamda istedğim bir atmosfer hakimdi. Tek bir kare çektim burada ve bu fotoğrafda ölümsüzler arasında yerini aldı.
Sonrasında diğer üretim bölgelerindeki madencilerinde şehre doğru yürüyüşe geçtiğini öğrendik. Zonguldak ayaklanmışdı artık.Ardından sendika önünde toplanıldı ve o meşhur pencere konuşmalarının fitili ateşlenmiş oldu.
Sonrasını biliyorsunuz zaten.
Ben çektiğim fotoğraflara geri döneyim.
Şükran Ketenci grevi cumhuriyet adına başından sonuna takip eden kişiydi. O haberleri yazacak ben ise fotoğrafları çekecektim.
Fotoğraflar istanbula nasıl gönderilecekti.İşte asıl sorun burada başlıyordu.Otobüse filmi versem ertesi günkü gazetede yer alması mümkün değildi.
Sağolsun Hürriyet büro şefi Cevdet bana çok büyük bir iyilik yaptı.
O zamanlar şimdiki gibi akıllı telefonlar yok, e postalar yok.
Hürriye bürosunda Tele fax,Anadolu ajansında da tele fax var. Ajanstan bize sıra gelmeyeceğinden mecburen tek şansımı Cevdet kalıyordu.İstese izin vermezdi çünkü bu bir rekabet ve haber atlatma olayıydı.
Kendi işini hallettikden ve haberini geçtikden sonra ben önce filmi karanlık odada yıkadım.Sonra göndereceğim fotoğrafı karta bastım ve onu telefaxla gazeteye yolladım.
İşte bu fotoğrafı ertesi gün gazetenin ilk sayfasında gördüğümde dünyalar benim olmuştu benden mutlusu yoktu.
Sonraki günler gazete bana bir rulo kutu içinde Kodak marka sarma film gönderdi. Ben bu filmleri 36 pozluk ölçülerde kesiyor kartujlara koyuyor fotoğraf çektikden sonrada saat 5 de kalkan güven turizme zarfı vererek istanbula yolluyordum.
Ben negatifleri gazeteye gönderiyordum evet ama o hareketli günlerde hiç düşünemiyordum benim elimde hiç greve dair kaynak kalmıyordu.
Sonraki günlerde Anadolu ajansına lefax denilen bir cihaz geldi.Karta basılan fotoğraf yerine direk negatif filmden tarıyarak karşı tarafa fotoğraf yolluyordu. Bizde gazete olarak ajansla anlaşma yaptık ve çektiğimiz fotoğrafları kimi zaman le faxla yolladım.
Grev bittikden sonra ben gazetenin arşivine gidip çekmiş olduğum fotoğrafların negatiflerini alabildim ne varki deller köprüsünde o meşhur dozerlerin üzerinden çektiğim pek çok negatifimi maalesef bulamadım.
Grevden iki yıl sonra Kozlu da grizu patladı ve 263 kişi hayatını kaybetti. Büyük bir acıydı benim için ve ben bu acıya dayanamadım, içimdeki yangını söndüremedim ve 1993 martında Zonguldak ı geride bırakıp İzmir de yeni bir hayata başladım.
Gerek Grev günlerinde Gerekse Kozlu Grizu faciasında çektiğim fotoğraflar yıllar içinde pek çok yerde sergilendi gösterildi,ödüller aldı ne yazık ki bir albüm haline gelemedi.İnşallah Basmane kitabı gibi madenci fotoğraflarıda bir albüm haline gelip ölümsüzleşir. Sağlıcakla.
Ustalarımıza sahip çıktığınız ve onları bizlere tanıttığınız için sonsuz teşekkürler. Birol ustanın yeni çalışmalarını görmeyi çok isteriz. Selam ve saygıyla
Sevgili Anıl çok teşekkürler. Biz de Birol üstattan yeni şeyler bekliyoruz.
Tebrikler Birol bey,
Emeklerinize sağlık Okyar bey,
Teşekkürler arthenos …
Eyüp Bey merhaba, Biz de size teşekkür ederiz. İyi ki yanımızdasınız…
Seyahat, kısa tatil kaçamağı derken neler kaçırmışım.
Çok güzel kıssadan hisseler var bu yazıda, faydalanacağım kesin.
Nerede kalmıştık 🙂
Neslihan hanım hoş geldiniz. Tam da dün akşam Sebahattin’e “Yahu Neslihan hanımı göremiyorum. Kayboldu. Elindeki poaça ve kahveye göz dikmiştik. Bundan mu kaçtı?” diye sormuştum ki yorumunuz derin bir “Ohhhh” çektirdi. Görüşmek dileğiyle.
Sabahları poğaça keyfime kimseyi ortak etmem. Benim özel anımdır o anlar, çünkü o sıralar arthenos’a takılıyorum ben, sizi bilmem 🙂
Heyecanla bir solukta okuyuverdim. Elinize kaleminize saglik. Sonraki yazilarinizi sabirsizlikla bekliyorum. Tesekkur ederim.
Reşit Bey çok teşekkürler. Elimizden geldiğince dilimizin döndüğünce anlatıyoruz. Sizin beğenileriniz ve takdirleriniz bizim için önemli motivasyon kaynağı oluyor.
Saygılarımla
” İzmir’de, Kemeraltı’nın içinde, pek bilinmeyen bir çıkmazda, çoğunlukla önünden geçenlerin neşeyle keşfettiği Mirkelam Hanı durur. İşte o hanın hemen girişinde iki kişinin ancak sığabileceği, müzik taşan, tertemiz bir plak dükkânı göze çarpar. Tezgâhın ardında oturan beyaz saçlı, her zaman meşgul adamın ismi Birol Üzmez’dir. Herkes onu Plakçı Birol diye tanır ama çok az insan bilir ki, Üzmez ülkenin en iyi fotoğrafçılarından birisidir. Aldığı ödüller nedeniyle söylemiyorum bunu. Birol Üzmez, hayatını adadığı fotoğraf serüveninde Türkiye’nin unutulmaz tarihsel kırılma anlarına da tanıklık etmiştir.”
https://www.birgun.net/haber/turkiye-kadar-bir-fotografci-birol-uzmez-198657
“Geçmişte bu mekânlarda yaşamış Sefarad Yahudilerini, Karambol oyununu, sübyeyi, patlıcanlı boyozu, hamursuz ekmeğini, Cervantes’in unutulan dili olan Ladino’yu, İzak Algazi’nin şarkılarını öğrendim ve tanıdım. Onların tarihlerini araştırmak, arkeolojik kazı gibiydi benim için. Yoktan bir şeyi var etmek gibi. Unutulmaya yüz tutmuş bir kültürel mirası yeniden gündeme getirmekti. “Bu insanlar da yaşamışlar buralarda, onlar da bu şehrin, bu ülkenin kültürel zenginliğiydi “diyebilmek beni mutlu etmiştir.”
https://www.salom.com.tr/arsiv/haber/72596/birol-uzmezin-gozunden-izmirin-son-avlulari
MADENCİLERİN ÇEKİM ÖYKÜSÜ
– Ben madencilerin fotoğraflarını çekmeye 1989 da yılındaki insana saygı mitingiyle
başladım. Sonra İfsaktan İbrahim Akyürek,Faruk Akbaş,Şirin Küçüktabak,Sevil Üzrek
ile beraber 10 gün süre ile kömür havzasındaki farklı ocaklarda fotoğraf çektik.
1990 yılında da grev başlayınca bizim daha önce çektiğimiz fotoğraflar çok önem
kazandı. Grev zamanı pek çok yerde dia gösterileri yaptık.Sergiler açtık . Benim
fotoğraflarımdan bir tanesi yardım kampanyası için 250 bin adet kartpostal olarak
çoğaltıldı. 1990 grevinde bu sözünü ettiğim kişilere başka isimlerde eklenerek
Zonguldak a gelip grevde fotoğraf çektiler.
1992 deki grizu da ise Ali Öz le çalıştık Ali o dönem Cumhuriyetteydi,bende o sıralar
Cumhuriyet in Zonguldak muhabiriydim . Gazete için sorunlu dönemlerdi Uğur Mumcu,İlhan Selçuk,Oktay Akbal,Ali Sirmenlerin gazeteden ayrıldığı bir döneme denk geldiği için köşe yazarları açısından Grevdeki kadar sarsamadık gündemi.
Grevde ise bütün grev boyunca Şükran Ketenci ile beraberdik ben fotoğraf çekiyor o haberleri yazıyordu sonra Celal Başlangıç dahil başta Uğur Mumcu,İlhan Selçuk,Ali Sirmen ,Refik Durbaş olmak üzere bütün Cumhuriyet yazarları Zonguldağa gelip haber yaptılar.
Ben o dönemde gazete adına fotoğraf çekiyordum ve filmleri İstanbul a gazeteye
yolluyordum yani bana negatiler kalmıyordu onlar bana sarma film yolluyordu.
Kısıtlı koşullarda filmi idareli kullanıyordum. Genellikle bir ya da 2 kare çekerdim
bir konudan. Grev süresince kendim için de dia da çektim. Öncesinde de filmlerim
kendim tedarik ediyordum.
Toplam kaç makara derseniz tam bir rakkam veremem
size ama çok merak ediyorsanız tüm madenci çekimlerim için 100 makara negatif
film 50 makara dia harcamışımdır. Tabi hepsi cepten.
Gazetenin yolladıkları hariç.
İşte magnum un kurulmasına neden olan etken negatiflerin fotoğrafçıya ait olması.
Bende yıllar sonra istanbul a gidip açacağım sergi için arşive girdim ve bana ait
bulabildiğim tüm negatifleri topladım. Ama bulamadığım özellikle grev zamanı
çekilmiş onlarca kare hala gazetenin arşivinde duruyor.
1989 yılında Gelik ocaklarında fotoğraflar çekmiştim. Bu ocaklar Zonguldağın en
eski ve önemli kömür üretim bölgelerinden biridir. Çok eski yıllarda rahmetli
Necdet dayım bu ocakların marangozhanesinde işçi olarak çalışmış. Annem o
yıllarda Gelik te şirket evlerinde dayımlarla birlikte oturuyormuş.İlkokula burada
gitmiş. Rahmetli halam yani babamın ablası fatma hala Necdet dayımla evliymiş.
Annem babamı halam sayesinde tanıyor.Ben biraz da Annemin çocukluğunun geçtiği madenci mahallesinde onun geçmişinin izlerini aradım ama bulamadım.
BİROL ÜZMEZ ÖZGEÇMİŞ
Uzun yıllar yaşadığı Zonguldak’ta maden işçilerinin yaşamlarını fotoğrafa
yansıtan Birol Üzmez, 20 Ağustos 1960 tarihinde Akçakoca’da doğdu.
Baba mesleği olan fotoğrafla sanatsal anlamda 1984 yılında ilgilenmeye
başlayan Üzmez, 1986 yılında İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri
Derneği’ne (İFSAK) üye oldu.
1985 Yılında Fahri Bozbaş, Ertuğrul Ünal ile Birlikte Zonguldağın ilk
fotoğrafçılarından Nazım Baysal’ın arşivinden derlenen “ Bir Zamanlar
Zonguldak” sergisini düzenledi.
1986 yılında Uğur Kasırga ile birlikte açtıkları “Pencere” isimli fotoğraf
sergisinin ardından Ayhan Ülkü ile “Yalnızlık ”, İbrahim Akyürek ile
“Madencinin Yaşamı” ortak sergilerini açtı.
1987-1988 Yıllarında TUSAK Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. 1989 Yılında
Zonguldak Fotoğraf Grubunu altı arkadaşı ile kurarak, Zonguldak’ta
Fotoğraf sanatının gelişmesine yönelik çalışmalarını sürdürdü. ZFG ile
Zonguldak Fotoğraf Günlerini dört kez düzenledi. Mimar Süreyya Aytaç’ın
arşivindeki fotoğrafların gün yüzüne çıkmasını sağladı.
1990-1993 yılları arasında serbest fotoğrafçı olarak Cumhuriyet
Gazetesi’nin muhabirliğini üstlendi.1990 grevini ve 1992 Kozlu grizu
facialarını belgeledi.
İbrahim Akyürek, Şirin Küçüktabak, Sevil Üzrek, Faruk Akbaş ve Celal
Deniz’in de aralarında bulunduğu Belgesel Fotoğraf Grubu oluşumunun
içinde yer aldı.
Ulusal ve Uluslararası yarışmalarda fotoğrafları ödüllendirilen Üzmez, “Üç
Yaşamın Bir Günü”, “Denemeler Yanılmalar”, “Zonguldak’ın Öteki Yüzü”,
“Uzun Sessizlikler, Kısa Patlamalar” ,Sandallar,Zeytin Ağacının İzinde
Mortakya” Roman Kahramanları”,Kortejo “Aile Evleri” ,” Basmane Oteller
Sokağı” isimli saydam gösterilerini gerçekleştirdi. Karma sergilere, saydam
gösterilerine katıldı.
1993 yılında İzmir’e yerleşen Üzmez, Tariş Genel Müdürlüğü Basın ve
Halkla İlişkiler Müdürlüğünde çalışmaya başlamış,EFSA ve İFOD üyeliği yaparak İzmir de fotoğraf sanatının gelişimine katkıda bulunmuştur.
Tariş Fotoğraf Grubunun kurucuları arasında yer alan Üzmez. 1994 yılında Enver Akmaner ile Amerikan Kültür Derneği’nde İzmir’deki ilk sergisini açan Üzmez o tarihten bu yana bir çok Kişisel,ve karma sergilerde İzmir’li sanatseverlerle buluştu.
1995 Yılında Tufan Dinarlı ile birlikte “İzmir Fotoğraf Haftası” nı
gerçekleştirdi.
Mayıs 2002- Mart 2008 yılları arasındaTariş Zeytinyağı Birliği Basın
müşavirliğinde fotoğraf editörü olarak görev yapan Üzmez in Tariş
Zeytinyağı Birliğinin ürün tasarımlarında sanatsal yaklaşımı öne
çıkarmasıyla birlikte fotoğrafları çalıştığı kurumun afiş, dergi, etiket,
kataloğ, insört, reklam, plazma tv, web sitesi çalışmalarında kullanıldı.
Üzmez in Maden İşçileri, Zeytine Yolculuk, Ege Mahallesi, Müzisyen
Çingeneler, Deve Güreşleri, Bandolar, ve Aile Evleri,Basmane,isimli
belgesel fotoğraf çalışmaları da bulunuyor.
Son olarak Yusuf Tuvi ile Basmane ve Oteller Sokağı adlı belgesel fotoğraf
çalışmasını gerçekleştirmiş ve bu çalışma Tarihsel Çevre ve Kültür
Varlıklarını Koruma dalında İzmir Büyükşehir Belediyesinin 2012 yılı Tarihe
Saygı Katkı ödülüne layık görülmüştür.
Üzmez, fotoğraf çalışmalarını serbest fotoğrafçı olarak sürdürmektedir.
ALDIĞI ÖDÜLLER
2010 Tarihe Saygı Yerel Koruma Ödülü Kortejo “Aile Evleri”çalışmasıyla
2010 Fotogen Sami Güner Kupası
2011 Fotogen Şinasi Barutçu Kupası
2012 Tarihe Saygı Yerel Koruma Ödülü “Basmane Oteller Sokağı”
2009 Akhisar Belediyesi 3.Ulusal Fotoğraf Yarışması Mansiyon
2009 Soyer Senin Gözünden İzmir 2. ödülü
2008 National Geographic Dergisi Uluslararası Yarışma Birincilik Ödülü
2008 Konak Belediyesi Kemeraltı yarışması Mansiyon
2008 Maktek Juri Özel Ödülü
2008 Trabzon Belediyesi Mansiyon
2008 Modern Kentin Kaosu Mansiyon
2008 Şalom Gazetesi Barış konulu yarışma Juri Özel Ödülü
2008 İzmir Mimarlar Odası 2. Ödülü
2008 Karşıyaka Belediyesi 1: Ödülü
2008 Aydın Belediyesi Mansiyon
2007 Buca Belediyesi Şehir ve İnsan Yarışması Mansiyon
2007 Trabzon Belediyesi Fotoğraf Yarışması Mansiyon
2007 Aydın Belediyesi 2. Fotoğraf Yarışması 2. Ödülü.
2007 Modern Kentin Kaosu Mansiyon
2007 Şalom Gazetesi Barış konulu yarışma Juri özel ödülü
2007 National Geographic Dergisi Uluslararası Yarışma Foto Öykü dalı 3.
Ödülü
2006 Aydın Belediyesi Fotoğraf Yarışması Mansiyon Ödülü.
2006 Türk Eczacılar Birliği Fotoğraf yarışması Başarı Ödülü
2006 Antalya İnşaat Mühendisleri Odası Fotoğraf Yarışması Birincilik
Ödülü
1986 İSÜF 4. Ulusal Fotoğraf Yarışması Renkli Baskı 3. lük Ödülü
1988 İVA 2 Fotoğraf Yarışması Mansiyon
1989 BAYER Aspirin “Çevre ve Sağlık” Saydam Dalı Birincilik Ödülü
1989 TMMOB Maden Mühendisleri Odası “Türkiye’de Madencilik”
Siyah Beyaz Baskı Mansiyon ve AFSAD Ödülü
1989 TCDD 1. Fotoğraf Yarışması Saydam Dalı Mansiyon
1991 Otomobil İş Sendikası 1. Ulusal Fotoğraf Yarışması Başarı Ödülü
1992 EURO Color Ayın Fotoğrafı Ödülü
1992 MTA- Jeoloji Mühendisleri Odası 1. Uluslararası FIAP Saydam
Yarışması Bronz Madalya
1993 AFAD Seyhan Belediyesi FIAP Uluslararası Fotoğraf Yarışması
Saydam Dalı Mansiyon
1997 TCDD 2.Ulusal Demiryolu Kongresi, Saydam Dalı Mansiyon
1997 TÜBİTAK “Yaşayan Bilim ve Teknik 3 ”Siyah Konulu Fotoğraf
Yarışması” Saydam Dalı Birincilik Ödülü
1999 TÜBİTAK “ Yaşayan Bilim ve Teknik 4” İzler Konulu Fotoğraf
Yarışması Başarı Ödülü
BİROL ÜZMEZ FOTOĞRAF ANLAYIŞI
Sabastio Salgado’nun sözleri benim fotoğraf anlayışımın bir özetidir: “Bir yere sadece fotoğraf çekmek için gitmezsiniz. Amacınız bir öykü oluşturmaktır. Bir şeyi göstermek üzere fotoğraf çekerken kendinizi orada olma fırsatı bulamamış insanların yerine koyarsınız. Bu iki taraf arasında bir bağlantı kurarsınız.
Sonunda belgesel fotoğrafı bir vektör olarak görürsünüz. Bir vektör “normal” hayatın çeşitli kavramları arasında bağlantı sağlar. İnsan hayatının acı tarafları da kolay tarafları da hayatın birer parçasıdır, bu yüzden ikisi de gösterilmelidir. Bunlar birbirine bağlanmalıdır.”
Fotoğraf öyle bir şey ki sahici ve inandırıcı olmak zorundasınız. Fotoğraflarımda hep bir içtenlik ve samimiyet vardır. Çerçeveden baktığım zaman öyküyü kurarım. O anda deklanşöre bastığımda geri dönmem. Şunu keseyim, bunu çıkarayım diye bir şey yapmam. Belgesel fotoğrafçılık çok kolay bir şey değil.
İnsanların hayatlarına girebilmek büyük bir ayrıcalık ve onur. Bu insanı alçakgönüllü kılıyor. Ve beni daha çok özgürleştiriyor.
Benim fotoğraflarımı diğerlerinden ayıran şey saygıdır. Saygınız olmadığı sürece doğru düzgün iş çıkaramazsınız. Eğer içtenseniz o zaman insanlar size güvenirler ve çalışmak isterler. Fotoğrafı eğer yürekten gelmeden çekiyorsanız hiç bir şey ifade etmezler. Yürek yoksa fotoğraf ne işe yarar ki!
Robert Capa "temel olarak bir yabacısınız siz, eğer duygusal bir bağ kurabilirseniz karşılığını fazlasıyla alırsınız der. Onun şu meşhur sözünü fotoğraf çekerken ilke edinmişimdir:
Eğer fotoğraflarınız güzel değilse yeteri kadar yakınlaşamamışsınızdır.
Fiziksel değil duygusal yakınlıktan söz eder Capa.
Fotoğraf çekimlerim sırasında ele aldığım konu içerisindeki insanlarla kendi aramda bir bağ kurmaya çalışırım. İçinde hissettiğim şeyler, arayışım, gerçek mekanlardaki insanlardır. Fotoğraflarımdaki karakterleri, yaşamları eleştirmekten,değiştirmekten ve yargıda bulunmaktan hoşlanmıyorum. Yalnızca göstermek istiyorum.
Benim karakterlerimde her zaman masum bir taraf vardır. Gerçek olan bu. İyi ya
da kötü diyebilirsiniz ama hayatın gerçeği böyle.
BİROL ÜZMEZ
Ben belgesel fotoğrafın ne olduğunu İbrahim Akyürek den öğrendim.Bunda en büyük faktör ve şansın İbrahim abinin o yıllarda İstanbulda İFSAK ın başkanlığını yapmış olmasıdır.
Ben Zonguldak Belediyesinde çalışırken bizi çok beslemiştir sergilerle gösterilerle. Çünkü o zamanlar İfsak ın her yıl düzenlediği Uluslararası Fotoğraf günlerine katılan sergileri gösterileri Zonguldak a taşımıştır. İlk fotoğraf sergilerini Soğuksu da Hilmi Etikanla açmış ben o zamanlar çocuğum Soğuksuda oturuyorum ama haberim yok bu işlerden daha.
Sonra mesela Ereğlide Otomobil İş sendikasının direnişlerini çekiyor. 1989 da Ben, ibrahim abi, Şirin Küçüktabak, Sevil Üzrek,Faruk Akbaş madencileri çektik. Ardından grev ve grizu olayları geldi.
Ama asıl fotoğrafın gelişmesini stüdyo fotoğrafçıları yapıyor çünkü o devirlerde öyle kimsenin evinde fotoğraf makinesi yok fotoğrafçı tutuyorsun düğünde, nışanda, sünnette, bayramlarda fotoğraf çektirmek için .
Foto Baysal ne kadar önemliyse Foto Turan da o kadar önemlidir. Dayım Cevdet Turan ilk olarak soğuksu’da açıyor dükkanını, Gazipaşa caddesinde sonraki yerinde Tahsin Kitabevinin yanında eskiden Foto Bingör var büyük usta. Sonradan Zonguldak dar gelince İstanbula tanışıyor ve dükkanı dayım devralıyor tıpkı Nazım Baysal gibi o da Hüseyin Tilki ye devretmiş.
Babam Niyazi Üzmez in Soğuksuda Gürol Sinemasının karşısında Foto Film adında dükkanı var ben burada öğrendim fotoğraf çekmeyi. Sonra Ereğli de Foto Birol isminde dükkan açıp benim ismimi koyuyorlar. Biz biraz büyük olsaydık bu dükkan kapanmazdı ama dükkanda duran kişiler işletemediler stüdyoyu. Kapandı sonra. Bizim dükkanlarda yetişen kalfalar sonradan fotoğraf stüdyosu açtı hep.
O zamanlar hem EKİ nin hemde Sendikanın fotoğrafhaneleri ve fotoğrafçıları vardı .Bizde saklama ve arşiv tutma geleneği olmadığından yok olup gitti buranın arşivindeki fotoğraflar. Nazım Baysalın fotoğraflarının ortaya çıkması da Ertuğrul Ünal ve Fahri Bozbaşın sayesinde olmuştur. Çok daha fazla negatif vardı biz hepsini seçemedik sadece bir bölümünü ayıkladık.
Fotoğrafın Zonguldak’ta gelişmesi TUSAK çatısı altında kurduğumuz oluşumla başlamıştı. Fotoğraf günlerinin nüvesi ilk kez orada atıldı. Özer Başar Kadir Şişginoğlu ve Rahmetli Mehmet Yılmaz ve Oktay Hancıoğlunun çok desteği olmuştur. Birtakım sıkıntılar nedeniyle ben Tusaktan ayrılınca Zonguldak Fotoğraf Grubu fikri ortaya çıktı ve Mustafa Eyriboyun la (Canım arkadaşım nur içinde yat) yolumuz o zaman kesişti. Ersin Güngör, Mustafa Şengerze,Talay Toksöz,İsmail Ofluoğlu bu grupla birlikde 4 kez fotoğraf günleri düzenlemiştik.
Şimdilerde bizim bıraktığımız yerden bayrağı devralan başka arkadaşlarda var. Şafak Tortu da çok iyidir. Anlatacak çok şey var. ZFD çatısı altında olan arkadaşlarda iyidir. Hepsini saygıyla sevgiyle selamlıyorum…”