Dijital çağda artık bir fotoğraf sadece deklanşöre basan kişinin mi oluyor? Yoksa onu dönüştürenin mi? Ya da onu yorumlayan izleyicinin mi?
Fotoğrafın değişen kimliği
Bir zamanlar, karanlık odada ortaya çıkarılan karelerin hak sahibi belliydi:
Çeken kişi.
Ama artık fotoğraf, çoğu zaman çıplak haliyle görünmüyor.
Bugün bir fotoğraf sosyal medyada, sergilerde ya da herhangi bir görsel platformda yer bulmadan önce mutlaka bir görsel işlem sürecinden geçiyor.
Ham çekilmiş bir kare artık yeterli sayılmıyor.
Fotoğrafçılar da bunu biliyor; çünkü “görsel algı” artık daha parlak, daha kontrastlı, daha “tamamlanmış” görselleri tercih ediyor.
Ve burada ilginç bir durum baş gösteriyor:
Herkes bu işleme sürecine hâkim değil.
Kiralık işleyici dönemi
İşte bu yüzden bir tür gizli atölye sektörü doğdu:
Kiralık işleyiciler.
Ham fotoğraf çekiliyor, sonra fısıltıyla bir görsel işleyiciye gönderiliyor.
O kişi, belki de kareyi çeken kişinin ne çektiğinden habersiz, o an orada olmayan, mekânı, ışığı, duyguyu hiç yaşamamış biri…
Ama o kareye “hayat veren” kişi oluyor.
Fotoğrafçının imzası, onun elleriyle değil, başkasının vizyonuyla tamamlanıyor.
Hatta öyle bir noktadayız ki, bazı işler sadece işleyiciye “düzenletilmek” üzere çekiliyor.
Görselin nihai halini çeken bile merakla bekliyor çünkü asıl yaratım aşamasının orada (Photoshop vb.) olduğunu biliyor.
📌 Burada bir parantez açalım:
Elbette hâlâ sahici bir üretim sürecinin her aşamasını kendi emeğiyle yapan, hem çeken hem işleyen sanatçılar var.
Ve onların işi bu eleştirinin dışındadır.
Çünkü onlar hâlâ fotoğrafı sadece yakalamıyor, aynı zamanda anlatıyorlar.
Ancak bu içten ve özgün üretimin gölgesinde, sahnede olmayan bir oyuncunun biçim verdiği fotoğraflar da övgüleri topluyor.
Soru hâlâ açıkta:
Bu fotoğraf gerçekten kimin?
Aynı kare, Üç yorum
Bir örnek düşünelim:
Aynı ham fotoğrafı — diyelim ki bir yaşlı çiftin parkta el ele yürürken çekilmiş sade ve duygulu bir karesi — üç farklı işleyiciye gönderiyorsunuz.
Her biri bu kareye kendi gözlüğüyle bakıyor.
İşleyici 1 – “Duygusal Hikâye Avcısı”
Grafik tasarım geçmişi olan bir portre tutkunu.
Pastel tonlarla kareye nostalji katıyor. Hafif film dokusu, ışıltılı bakışlar, sade bir hikâye…
Ortaya bir “anı” çıkarıyor.
İşleyici 2 – “Kontrastçı Realist”
Belgesel fotoğraftan gelen biri.
Renk yok. Kırışıklıklar, sert ışıklar, dramatik yüzler.
Aynı çift, bu kez “zamanın izlerini taşıyan bedenler” olarak görünüyor.
İşleyici 3 – “Sibernetik Estetikçi”
Yapay zekâ ile çalışan bir estetik kurgucusu.
Gökyüzü dramatikleşiyor, ağaç dokuları AI ile stilize ediliyor.
Instagram estetiğiyle süslenmiş ama duygudan uzak bir vitrindir artık.
Aynı kareden üç farklı dünya doğuyor.
Artık “fotoğrafın sahibi” değil, belki de “fotoğrafın yansımaları” var elimizde.
Telif Hakları ve Etik Boyut
Türkiye’de ve birçok ülkede geçerli olan Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereği, fotoğrafı çeken kişi “eser sahibi” olarak tanımlanır.
Ancak işleyici, eğer yaratıcı müdahalede bulunmuşsa — yani “işlenmiş eser” üretmişse — bu durumda eser sahibinin izniyle birlikte işleyici de hak iddia edebilir.
Peki ya etik? 🤐
İşin etik boyutu çoğu zaman göz ardı edilir çünkü görünmezdir.
Ama aslında sorunun tam kalbinde durur.
Fotoğraf, başkasının eliyle işlenmişse ve siz bunu açıkça belirtmiyorsanız, bu durum gizli bir sahne ortaklığını perde arkasında bırakır.
İzleyici tüm yaratıcı süreci size ait sanır.
Aldığınız övgülerin, davetlerin, ödüllerin temelinde görselin sunduğu estetik değer vardır.
Ve siz o estetik değeri başkasının vizyonuyla, ama kendi adınızla sahneliyorsunuz.
Yani bir anlamda “benimdir” dediğiniz görsel, sizin emeğinizin değil — sizin adınıza çalışan bir başkasının bakışının ürünüdür.
Bu durumda sorulması gereken soru şudur:
Sahiplik sadece telif numarasıyla mı, yoksa dürüstlükle mi belirlenir?
Görünmeyen Ekip: Sanatçının arkasındaki gölge kadro
Bir fotoğrafı tek başına çektiniz.
Ama o haliyle paylaşmadınız.
İşlendi, düzenlendi, karar verildi…
Işık düzeltildi, arka plan temizlendi, bazen AI ile tamamlandı.
Tüm bu süreçlerin sonunda sahnede sadece bir isim kaldı:
Siz.
Peki ya perde arkasında kim vardı?
Hiç adını anmadığınız biri, o görüntünün estetik hâline dokunduysa — bu hâlâ sadece sizin fotoğrafınız mı?
Bunu şöyle düşünün:
Bir film izlediğinizde, akılda başrol oyuncusu kalabilir.
Ama o film bittiğinde mutlaka jenerik akar.
Çünkü sanat, çoğu zaman kolektif bir yapıdır.
Ve kim katkı verdiyse, adı yazılır.
Sessizce, alçakgönüllü ama dürüstçe.
Fotoğraf dünyasında bu jenerik genellikle yok.
Ama bu, orada bir ekip olmadığı anlamına gelmez.
Gerçek soru şu:
Görünmeyeni yok saymak, gerçekten görünmez kılar mı?
Çünkü bazen en parlak görüntülerin altında,
en çok unutulan emek vardır.
Ve sanat, ancak vicdanla tamamlanır.
Son Söz ve Açık Soru
Bu yazı bir suçlama değil.
Bir tespitin ve bir tartışmanın başlangıcı.
Çünkü bu soruyu artık yüksek sesle sormamız gerekiyor:
“Bu fotoğraf gerçekten kimin?”
Çekenin mi?
İşleyenin mi?
Övgü alanın mı?
Yoksa onu beğenenin mi?




Perdenin arkasına devam ediyoruz…
Peki işin içine artık insanlar değil, yapay zekâlar girmeye başladıysa?
“Sanat Makinelere Bırakılırsa…” başlıklı ikinci yazımızda, dijital müdahalenin estetik üzerindeki hâkimiyetini ve üretim kimliğini yeniden tartışacağız.
Sanatçının yerine makine geçerse, hâlâ sahne alkışlanır mı?
Gür Gürelli
Ağustos 2025
Gür Gürelli Kısa Özgeçmiş
Balıkesir’de yaşayan Türk fotoğraf sanatçısı Gür Gürelli’nin çalışmaları portre, insan hikayeleri ve insanlar ile çevreleri arasındaki dinamik etkileşime dayanıyor. 1968’de İstanbul’da doğan Gurelli’nin fotoğraf tutkusu, küçük yaşlarda babasının çok sevdiği 1954 model Kodak Retina fotoğraf makinesiyle ateşlendi ve bu, onu yaşam boyu sürecek yaratıcı bir yola sokan biçimlendirici bir etki oldu.
İşletme mezunu olmasına rağmen, sanatsal arayışları onu Fotoğrafçılık ve Kamera Operasyonu alanında uzmanlaşmaya yöneltti. O zamandan beri, kimlik, duygu, seyahat anlatıları ve günlük yaşamın sessiz güzelliğini araştıran çeşitli çalışmaları oldu. Makro fotoğrafçılık da yaratıcı sürecinde özel bir yer tutuyor ve detay ve hassasiyete yönelik gözünü yansıtıyor.
Ödüllü bir fotoğrafçı olan Gurelli, 39 ülkedeki prestijli yarışmalarda takdir görmüştür. FIAP, PSA, TFSF, SSS, APS, CPE ve SSP dahil olmak üzere birçok saygın kuruluşun üyesi olarak küresel fotoğrafçılık topluluğuna aktif olarak katkıda bulunmaktadır.
Sanatsal pratiğinin yanı sıra, deneyimlerini ve teknik bilgisini atölye çalışmaları ve dersler aracılığıyla paylaşarak başkalarının kendi görsel seslerini keşfetmelerine ve geliştirmelerine yardımcı oluyor.
fotoğraf çekmekle fotoğraf yapmak güzel ayırt edilmiş.tebrikler
Teşekkür ederim. Selamlar
Beni çook uzun düşündürdün Gür Hocam. Çok haklısın aslında; bunu bir düşünmemiz gerekiyormuş. Sen bu soruyu ortaya atınca gereklliği apaçık çıktı ortaya.
Osman ağabey, değerli yorumunuz için teşekkür ediyorum.
En baştan aramıza hoşgeldiniz ve bu akıcı ve yalın yazınız için elinize sağlık. Yazının -bana göre- en iyi yanı okuyucuyu kendine soru sormaya teşvik etmesi. Dolayısıyla bu sorulardan farklı düşünce yollarına girmek doğal oluyor.
Saygılarımla
Okyar Bey hoş bulduk. Beğenmenize sevindim. Yorumunuz çok değerli. Sonraki makalelerde tempoyu arttırarak devam edeceğiz.
Selamlar,
Aslında bu 20. Yüzyılın başından beri tartışılan bir konu. Duchamp bir hırdavatçıdan aldığı , orjininde hiç katkısı olmayan bir pisuvarı aldı, üzerine sadece bir imza attı, yüklediği anlam nedeniyle eser onun kabul edildi.
Tersi de var. Günümüzde herkesin totem kabul ettiği Henri Cartier Bresson asla karanlık odaya girmedi ama tüm fotograflar onun kabul edildi.
Bizler gösteri diye hazırladığımız çalışmaların gücünü artırmak için hiç izin almadan başkalarının şarkısını kullanıp, yarışmalardan ödül almadık mı?
Fotograf sonu müdahalenin daha baskın hale geldiği günümüzde bu konu daha çok tartışılacak. Daha karmaşık hale gelecek.
Sizin de dediğiniz gibi zannederim çözüm etik duygusu ve vicdan olacak.
Diplomaların uçuştuğu bu ortamdaki etik kavramı da değişmese tabi ki…
Sevgili Haluk Hocam,
Yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Duchamp’ın pisuvar ile başlattığı “sanatçı katkısı” tartışması ve Bresson’un karanlık odadan uzak durmasına rağmen fotoğraflarının onun imzasıyla anılması gerçekten konunun ne kadar eski ve köklü olduğunu gösteriyor.
Verdiğiniz örnekler, fotoğrafın ve genel olarak sanatın sadece teknik üretim sürecinden ibaret olmadığını, anlam, bağlam ve niyetin de en az teknik kadar “sahiplik” hissini şekillendirdiğini göstermektedir. Müzik örneğiniz de bu zincire çok güzel oturuyor. İzleyicinin veya jüri heyetinin gördüğü şey aslında çoğu zaman birçok katkının birleşiminden meydana gelmekte.
Benim de makalede vurgulamaya çalıştığım gibi, müdahalenin türü veya derecesinden bağımsız olarak, bu alanın en hassas terazisinin etik ve vicdan olmaya devam edeceğine inanıyorum. Belki de gelecekte, “kim çekti” kadar “nasıl dönüştürüldü” ve “kim dönüştürdü” sorularını birlikte sormak zorunda kalacağız.
Tekrar katkınız için çok teşekkür ederim, yorumunuz tartışmayı zenginleştirdi.
Sevgiler,
“Bu fotoğraf gerçekten kimin?”
Çekenin dir?
Sevgili Gür, Fotoğraf Sanatında önemli sayılabilecek bir konuyu gündeme getirmişsin. Sosyal medya üzerinden yorum yapmak ve tartışmalara neden olmak bence de önemlidir. Bu nedenle kutluyorum.
Konuyla ilgili ortaya koymuş olduğun çelişkili görünen yaklaşımların herkese göre farklı değerlendirmeleri olabilir. Fakat bu konuda benim düşüncem oldukça net. Yazının başında tırnak içinde kullanmış olduğum senin cümlen sorunun yanıtını yeterince karşılamaktadır. Konu ve temayı önceleyip çekim yapan bütün fotoğrafçılar çekim projesinden başlayarak alımlayıcılara sunumuna kadarki dönemde fotoğrafçının bakış açısı ve yaklaşımıyla gerçekleşir. Gerçekleşmelidir. Buna dijital ortamda yapılacak düzenlemeler ve katkılarda dahil. Dijital düzenlemeler fotoğraf çekenin yaklaşımı ve değerlendirmesi dışın da yapılamaz. Yapılmamalıdır.
Fotoğrafın sahibi; Deklanşöre basanındır.
Başkasının olamaz…
Sevgiler selamlar.
Sevgili Ömer Ağabey,
Yorumun ve katkın için gönülden teşekkür ederim. Seninle bu tür konuları konuşmak ve aynı masada tartışmak benim için ayrı bir keyif.
“Fotoğrafın sahibi; deklanşöre basanındır” yaklaşımın aslında işin özünü çok güzel özetliyor. O ilk bakış, o ilk karar, o ilk dokunuş… bunların yerine konabilecek hiçbir şey yok.
Benim derdim biraz da bu temel gerçeğin üzerine sonradan gelen katmanların ne kadar görünür, ne kadar “hak” sahibi olabileceğini tartışmaya açmak. Belki bazen fazla sorular soruyorum ama biliyorsun bu sohbetlerin amacı kesin doğrular bulmaktan çok, farklı bakış açılarını bir araya getirmek.
Senin gibi değerli dostların bu tartışmaya kattığı berraklık benim için çok kıymetli. İyi ki varsın.
Sevgi ve selamlarımla,
Fatma Gök Salt’ın Facebook üzerinden yaptığı yorumu da izniyle buraya taşıyorum. Cevabımı da altına :).
“Fatma Gök Salt
Bu önemli tespitlerinin yazıya dökülmesini alkışlıyorum Gür ..Bu konuda aynı fikirde olduğumuzu konuşmuştuk hatta ..Tabiri caizse ‘ son fırça darbesi ‘ olan photoshop fotoğrafçının kendi yorumu olmalıdır .Elbette fotografı çeken kişinindir fotograf .son fırça darbesinde, çeken kişinin yorumu fotografa ruh katar .Bu nedenle aynı kişi tarafından yapılan düzenlemeler ile ruhu olan fotograflar , duygusu yüksek kareler ortaya çıkar .özellikle fotografı çeken , sonrasında düzenleyen kişi farklı dısıplenlerle de beslenmiş ise , sanat tarıhınden de anlıyorsa derın ve etkılı kareler izlemek anlamlı olur düşüncesindeyim..”
Sevgili Fatma,
Yorumunla yazıya kattığın derinlik ve anlam için çok teşekkür ederim. Özellikle “son fırça darbesi” benzetmen, yazının merkezine yerleşen o yaratıcı son dokunuş meselesini çok etkileyici biçimde özetliyor.
Fotoğraf yalnızca çekildiği anda değil, yorumlandığı anda da tamamlanır. Ama o yorumun sahici ve ruh taşıyan bir hale bürünmesi için, hem gözlemleyen hem müdahale eden kişinin aynı bilinç olması gerekiyor. Aksi hâlde, görselin estetiği yerinde olabilir ama ruhu eksik kalır.
Senin de vurguladığın gibi, farklı disiplinlerle (sanat tarihi, estetik, edebiyat vb.) beslenen bir sanatçı, fotoğrafa yalnızca görsellik değil; katmanlı bir düşünsel zemin de katıyor. İşte o zaman izleyici yalnızca “görmüyor”, aynı zamanda “hissediyor”.
Bu anlamlı katkının, bir sonraki yazımızda tartışacağımız “Sanat Makinelere Bırakılırsa…” başlığıyla da örtüştüğünü düşünüyorum. Çünkü orada yani o “son dokunuş” anında insanla makine, sezgiyle algoritma, vicdanla otomasyon arasında ciddi bir ayrım başlıyor.
Birlikte düşünmeye, tartışmaya devam edelim.
Selamlar,
Son fırça darbesi, aynı zamanda ‘ makınanın soyledıgı soz uzerıne söz soyleyebılmektır .’ Kelam uzerıne kelam ‘ gibi . Konunun buraya evrıleceğını duşundugum için bu konudaki düşüncelerimi daha sonra ‘ kelama dökeyim 🙂
Merakla bekliyorum…
Müsaadenizle bir kaç fikrimi beyan etmek isterim.
Öncelikle en baştan net olarak fotoğrafın tamamen çeken kişiye ait olduğunu düşünüyorum sonrasında yapılan düzenlemeler, ufak tefek veya ciddi oranda manipülasyonlar ise bunları yapan kişi ile fotoğrafı çeken kişi arasındaki anlaşma doğrultusunda fotoğrafı düzenleyen kişiye fotoğraf hakkında hak doğurur ama bu fotoğrafı çeken kişinin belirleyeceği bir hak olabilir diye düşünüyorum. Öte yandan şöyle ki aslında Süleymaniye Camii yada Ayasofya Camii, Galata Kulesi, Kız Kulesi veya Şu an Aklıma gelen Divriği Ulu Camii gibi onlarca eser onlarca kez restorasyon geçirdi ama biz halen ilk kim yaptı ise onu hatırlıyoruz. Eserin kendinden öte fikir olarak ilk önce ilk yapan kişinin aklından çıkmış ve temel onunla atılıyor. Yıpranmalar sonrası veya el değiştirme, ülke değişimleri sonrası düzenlemeler dahi olsa yine ilk kim yaptı ise onu hatırlıyoruz. Fotoğraf ise bu bağlamda bence aynı ölçette olabilir diye düşünüyorum. Nitekim kişi bir kareyi çekiyor fakat fotoğrafı çekmekten önce o kareye o kadraja ilk önce fotoğrafı çeken bakmış oluyor. Yani temel tamamen onun gözünden ve elinden çıkmış oluyor ve sonrasında yapılan müdahalelerin tamamı o temelin üzerine çıkamıyor.
Kısaca kişi fotoğrafı çeker ardından düzenlemesi için başka kimselere yönlendirebilir ama sonuçta o bakmış o görmüş ve o çekmiştir sonrasında etik olanı düzenleyen kişi eğer fotoğrafı paylaşacaksa fotoğrafı çeken kişiye sürekli atıfta bulunmalı ama o etik seviyesi sosyal medyada olmadığı kesin ama nerelerde vardır bilemiyorum…
Emeğinize sağlık hoş bir yazı olmuş teşekkürler.
Burak Bey Merhaba,
Değerli katkınız ve zaman ayırıp bu kadar kapsamlı düşündüğünüz için teşekkür ederim. Tarihî eserler üzerinden verdiğiniz örnek, “ilk fikrin ve bakışın kimden çıktığı” meselesini çok güzel somutlaştırıyor. Gerçekten de, ister bir mimari yapı olsun ister bir fotoğraf, temeli atan bakış açısı çoğu zaman kalıcı hafızada yer eder.
Bizim bu yazıda sorguladığımız nokta ise tam da sizin işaret ettiğiniz o ikinci aşama, yani temelin üzerine gelen dokunuşların, bazen ilk yaratıcıya aitmiş gibi sahnelenmesi. Sizin de vurguladığınız gibi, etik olan, hangi aşamada kimin katkı sunduğunu açıkça ifade etmek ve izleyiciyi doğru bilgilendirmek.
Bu çerçevede, fotoğrafın hem “görenin” hem de “yeniden yorumlayanın” emeğinin görünür kılınması, bence hem dürüstlük hem de sanatın kolektif doğası açısından önemli. Bir sonraki makalede bu meseleyi yapay zekâ bağlamında ele alacağız. Orada “ilk bakış” ile “son dokunuş” arasındaki mesafenin nasıl değiştiğini daha derinlemesine inceleyerek tartışmaya açacağız.
Tekrar teşekkürler, yorumunuz tartışmamızı zenginleştirdi.