“…Fotoğrafa akıl, tarih ve diyalektik gözüyle bakmayan kimse o bir tek kareyi yeryüzünün büyük fotoğrafı içine yerleştiremez.
Bunun boş gözlerle boşluğa bakmaktan farkı yoktur.
Boş bakış fotoğraf karşısında yoksuldur!”
– Yazar / Şair Tevfik TAŞ
Postmodernizm, post truth ve NFT gibi meselelerin ne olup olmadığı hakkında birçok makale, tez var. Merak edenler zaten ulaşabilirler. Benzer bir yazı yazmak yerine yorumlarımı paylaşmak istiyorum.
Her çağın gerçekliği, kendini farklı kavram ve olgularla hayata yansıtıyor. İçinde yaşadığımız Milenyum Çağı da bundan hakkını, payını doğal olarak alacak tabii ki.
İnsan ve doğa mühendisliği üzerine inşa edilmiş bir sistem var oldukça, doğasının dışına itilmiş bir insanlık bekliyor geleceği. Edilgen, bencil, çıkarcı, fırsatçı insan modeli, postmodern dünyanın insanı olarak süslendirilerek halkla ilişkilerin sanallaştırılmış / dijitalleştirilmiş dünyasında hayat buluyor.
Gazeteci, Şair, Yazar Güray Öz Hoca meseleyi “Hakikati kurtarabilir miyiz ‘post’un elinden?” yazısında çok net anlatmış.
“Günümüzün kafası karışık ideologları postmodernizmi ve onun son yıllardaki çaresiz atağı post truth’u bir olgu, bir durum olarak anlatmayı tercih ederler. Onlara göre “gerçeklik” ile o gerçeklikle ilişkili zihnin faaliyeti olarak “hakikat” kavramları, modernizmin bu asli unsurları önemsizleşmiş, modernizm de ölüm döşeğine yatmıştır. Postmodernizmin “tarafsız” savunucularına göre bu durumun nedeni Rönesans’ta insanın hakim olabildiği bilginin, kolaylıkla gerçekleştirebildiği entelektüel faaliyetin, birikmiş veri ve bilgi miktarının tek bir insanın kuramsal olarak hakim olabileceği ölçüleri aştığı için düşüşe geçmesi, nihayet imkansızlaşmasıdır. İnsanın bireyin tüm bilgiyi hatmedebildiği bir evrenden, bilginin ancak çok çok minik bir bölümünü öğrenebileceği bir döneme geçilmiştir. Bu da evreni, dünyayı, insanı tarih içindeki yerini bir bütün olarak anlatabilen büyük anlatıların da sonu anlamına geliyormuş. Bilimsel bilgi artık doğrulanamıyor, tam tersine “yanlışlanabiliyormuş”. Kısacası bilim artık kuşkuluymuş, nesnel gerçekse metafiziğe havale…”*
Bilimden sanata artık yolun sonuna gelindiği ilan ediliyor. Sınıflar bitti, kapitalizm nihai savaşı kazanmış gibi bir rüzgâr esiyor. Rüyalar çağı yaşatılmaya çalışılıyor. Ama ya gerçekler?
Yaratılan simülasyon dünyasında insanlık sanki hiyeroglif çağını yaşıyor. Güneş yine ve aynı şekilde doğuyor, dünya hâlâ yuvarlak, yağmur yağıyor, sular akıyor. Aşklar yaşanıyor, çocuklar doğuyor ve canlılar ölüyor. Bilim ve sanat insanların somut ve soyut ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Ezenler ve ezilenler dünyası hâlâ emek ve sermaye ilişkisini sömürü sisteminde birleştiriyor. Peki bu gerçeklikler nasıl bir hakikatte birleşiyor?
İnsanın gerçekliği algılaması, yaşaması onu nasıl bir hakikate ulaştırıyor? Bu hakikat ancak gerçekliğin ortadan kalkmasıyla yok olabilir. İdeolojilerin bittiğini ileri süren postmodernistler, post truhtcular bunları bilmiyor olabilirler mi? Kuşkusuz ki biliyorlar.
Hakikatten uzaklaştırılan bir toplum düşünün, kimin işine yarar? Tabii ki toplumu dizayn etmek isteyen egemenlerin işine yarar. Bu dizayn edicilerin bir yanı sanat dünyasıdır. Sanattan hakikati çıkarın geriye kalan nedir? Üretilen bu sanat eserlerinin insana anlam kattığı söylenebilir mi? Ama, ‘sanat ticareti’ne ve o ticaretin sanatçısı başta olmak üzere pazarlamacısı, reklamcısı yani yatırımcılarına para, pul, şöhret kazandırabilir. Bu durumun kendi bile bir gerçekliktir ve hakikatliği sınıfsaldır.
Konuyu fotoğrafa getirirsek;
Dünya fotoğraf tarihine baktığımızda insanlık tarihinin geldiği çağın ve yılların tanıklığını yaptığını söyleyebiliriz. Jacop Riis, Lewis Hine örneğin ekonomik bunalım yıllarının ve sosyal gelişmelerin sınıfsal konumlanışlarını bir kenara not etmişlerdi. Fotoğrafçılar, fotoğrafın teknik ve sanatsal alanlarda toplumsal koşulların somutluğunu soyutlamışlardır. Ama ortada bir gerçeklik ve o gerçekliğin sorgulanmasının sonucunda hakikate varma çabaları olmuştur.
Günümüzde insandan uzak sanal soyutlamalarla sahte gerçekler dünyası yaratılabileceğini iddia eden bir postmodern/truth akımı sanatçıyı heyecanlandırarak para ve şöhret kazanacağı yönünde etkiliyor olabilir. Tabii ki bundan fotoğrafçılar da hemen nemalanma yarışına girdiler/gireceklerdi. Ama yarına ne bırakacaklar? Bence koca bir hiç…
Ne yapmalı dersek;
Yazar, Fotoğrafçı, Eleştirmen ve Eğitmen Amerikalı Sanatçı Allan Sekula bu sorunun yanıtını 2007 yılında vermiş:
“… Bu sorunun yanıtı dünyanın bir fabrika olduğu meselesine geliyor dayanıyor. Dünya bir fabrika ve bu fabrikanın çıkarına göre bu rakamlar değişiyor. Post-endüstriyel topluma geliyoruz işte. Endüstri hiç olmadığı kadar güçlü. Çok daha fazla sayıda insan, bu endüstriye yazılmış (kayıtlı ya da kayıtsız) durumda. Öte yandan işçiler yine de sermayenin hareket ettiği kadar kolay hareket edemiyor. Çalışmak için bir kentten diğerine, bir ülkeden bir ülkeye gidemiyor. Kuzey Amerika’daki Meksikalı işçilerin hepsi sınır dışı ediliyor. Ama işçilerin oraya göçüne neden Meksikalı tarım işçilerinin artık mısır üretemiyor olması. Mısır üretemiyorlar çünkü ürettiklerinin Amerikan mısırıyla yarışacak gücü yok. Her şey, her geçen gün, fabrikanın yararına işçinin aleyhine işliyor… Kapitalizm, kendisini daima tekrar ediyor.”
Şimdi bu gerçekleri unutmadan fotoğrafçılar kendilerine bir yol çizmeliler. Ya gerçekliğin acımasızlığının hakikatliğinde koşturacaklar ya da post modasıyla günlerini geçirecekler.
Her dönem, birtakım akımlar çıkartır. Kimi fazla, kimi kısa ömürlü olur. Post kökenli akımlar da özellikle milenyum çağının popülerliği olarak tarihteki yerini alacak.”
“Unutulmasın ki; fotoğraf gözle çekilir; gözün ardında oluşan birikimle, görgüyle, izanla çekilir. Makineye teknik değerlerin yanında bu değerleri yüklemeyen kimse fotoğrafı yükseltemez!”
– Yazar / Şair Tevfik TAŞ
güzel anlatım, ellerinize sağlık
Teşekkür ederiz