Yazının başlığı “Olduğu Kadar” dı. Okuyunca hayatımda özellikle de yöneticilik tarafımda pek yeri olmayan bu ifadeye takılıp “okumalıyım” dedim. İFSAK Blog’da Tolga Büyükada tarafından yazılıp yayınlanmıştı.
İlk cümle farklı bir dünyaya giden yolun başı olduğunun işaretiydi. “….. Kulaklığımı taktım ve Spotify’dan Romen şarkıcı Maria Tănase’yi açtım. Parmaklarım klavyeye vururken müziğin ritmine eşlik etsin istedim”.
Yazıyı buradan okuyabilirsiniz. Benim diyeceğim başka. İki yıl Romanya dönemim ve müziğe ilgime rağmen bu ismi duymamıştım. Hoş o dönemde pan flüt ve Romen folk müziği dinlemeyi tercih ederdim.
Bir kere aklıma takılmıştı. Anında Google amcaya müracaat ettim. Bilgiler sayfalarla akmaya başlayınca araya sıkışmış bir yerde Romanya’da Maria Tănase, Fransa’da Edith Piaf ve Portekiz’de Amália Rodrigues’in romantik (Romance, 18. YY’daki müzik akımı. Klasik müzik haricinde İspanya’da başladığı yazıyor), tango (Arjantin ve Uruguay kökenli müzik ve dans. Afrika kökenlilerin mahallelerinde doğmuştur), chanson (polifonik ve seküler olan lirik Fransız şarkılarıdır. Şanson söyleyenlere şantör ve şantöz denilir) ve operet (Operetta bir tür tiyatro ve hafif opera türüdür. Sözlü diyalogları, şarkıları ve dansları içerir. Müziği, orkestra büyüklüğü, eserin uzunluğu ve itibari değeri bakımından konusu açısından operadan daha hafiftir) tarzlarında aynı değere sahip olduğunu okudum.

Maria Tănase’nin 1913-1963 yılları arasında kısa sayılır hayatı Bükreş’te (ben “Bucureşti” demeyi seviyorum) başlar Bucureşti’te son bulur. Romanya’nın en iyi sesidir. 2006 yılında en değerli 100 Romen listesinde yer alır.

İkinci Dünya savaşı sırasında yine dünyaca meşhur Romen besteci George Enescu ile birlikte savaş alanlarında moral konserleri verirler. Savaş sonrasında Review Ensemble Theatre ve “Constantin Tănase” Hiciv ve Müzikal Tiyatro’da sahne alır. Artık sadece şarkı değil tiyatro oyunları ve filmler de gündemdedir. 1945’te Leo Tolstoy’un “The Living Corpse”, 1956’da Mihai Davidoğlu’nun “Horia” oyunlarında rol aldı. 1946’da Ralph Benatzky’nin “The Hollywood Sphinx” adlı müzikal komedisinde ana rol oynadı. 1947’de “Romanya” filminde şarkı söyledi ve 1958’de hem “Ciulinii Bărăganului” (Bozkırın Devedikeni ya da Bozkırdaki devedikeni” diye tercüme edebiliriz) hem de kısa film “Amintiri din Bucureşti” (Bükreş’ten Anılar) filminde oynadı. Bütün bunların yanında yoğun bir uluslararası turne programı vardı. Sadece New York’a kırktan fazla seyahat gerçekleştirmiştir.
1952’de Maria Tănase’ye Bükreş’teki 1 Nolu Müzik Okulu’nda yeni oluşturulan geleneksel halk şarkıları bölümünde çalışması teklif edildi; 1962, Târgu Jiu’daki (şehir) Gorj halk Müzik Grubunun (Taraful Gorjului “The Gorj Folk Music Band”) müzisyenlerini seçerek grubu oluşturur.
Maria Tănase sesi ve tarzıyla birçok sanatçıyı etkilemiştir. 2009 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Herta Müller, Maria Tănase’nin onun üzerindeki etkisinden defalarca bahsetti: “Maria Tănase’yi ilk duyduğumda bana inanılmaz geliyordu, ilk defa gerçekten onu dinlerken folklorun ne anlama geldiğini hissettim. 2013 yılında, müzik grubu Pink Martini Maria Tănase’yi en büyük ilham kaynaklarından biri olarak adlandırdı.
Aynı tarihler arasında (1915-1963) Fransa’yı yerinden oynatan bir ses vardı. Edith Piaf… Annesi Annetta Giovanna Maillard, yarı İtalyan, yarı Fas asıllı bir göçmen ailesinden geliyordu. Babası Louis-Alphonse Gassion (1881–1944) ise sokaklarda gösteri yapan bir cambazdı. Annesi sokakta şarkı söyleyerek yaşamaya çalışmaktaydı. Küçük Edith babası tarafından bir geneleve kısa süreliğine bakılması için gönderilir. Küçük yaşta, gözleri mikrop kapmış ve kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu hastalığını yaşarken, bir genelevde oranın patronu ve kadınlarıyla birlikte yaşıyordu. Aradan aylar geçtikten sonra, tedavi sonucu gözleri düzelmiştir.

Babası, küçük Édith’i genelevden 14 yaşlarında almış ve mesleği olan sokak akrobatlığı insanlara yetmeyince, kızını sokakta insanlara karşı akrobatlık veya numara yapması için zorlamıştır. Bunun üzerine Édith, en iyi bildiği şarkıyı yâni Fransa millî marşı La Marseillaise‘i söylemiştir. Şarkıcılık böyle başlar.
Babasının başka bir kadından olan kardeşi Simone ya da Édith’in seslendiği gibi “Momone” ile birlikte Paris sokaklarında şarkılar söyler ve hayatını kazanmaya çalışır. Momone ile sokakta şarkı söylerken, Fransa’nın ünlü müzikhollerinden birinin sahibi olan Louis Leplee ile tanışır. Louis Leplee, sesini dinler ve hayran kalır. Piaf’ın lâkabını “Küçük Serçe” yapacaktır, ancak bu lâkap kullanıldığı için “Kaldırım Serçesi” adına karar verilir.
Édith Piaf’ın kariyeri başlamıştır. Kısa süre içinde tüm Fransa tarafından bir “gurur” olarak kabul edilir.
Böyle başlayan bir hayatta alkol olmazsa olmazdı. Alkolü aşırı derece kullanmaktaydı. Fransız orta sıklet boks şampiyonu, evli ve üç çocuk babası Marcel Cerdan ile tanıştı ve ikisi de birbirlerine deli gibi âşık oldular. Hayatında en çok sevdiği erkek orta sıklet dünya şampiyonu boksör Marcel Cerdan’dı. Cerdan başkasıyla evliydi, Fransa’da zaten tanınan bir insandı. Marcel Cerdan, Fransa’dadır ve Édith Piaf’la buluşmak üzere Ekim 1949’da Paris’ten New York’a uçarken uçağı düştü. Bu kazadan kurtulan olmadığı bilinmektedir. Piaf’ın hayatı hayatının erkeği olarak tanımladığı Marcel Cerdan öldükten sonra tamamen değişir, ağrı kesici, alkol ve morfine bağımlı hale gelir. Sonrasında yağmurlu bir günde geçirdiği trafik kazası sebebiyle hayatı boyunca omuriliği iyileşmemiş, yarı kambur bir şekilde yürümek zorunda kalmıştır.

Yalnızlık korkusu ölüm korkusunun önündedir. Son röportajında sorulara şöyle cevap verecektir:
- Bir kadına öğüt verecek olsanız ne olurdu?
- Sev
- Bir genç kıza?
- Sev
- Peki bir çocuğa?
- Sev…
Fransız rivierasındaki Plascassier’de 10 Ekim 1963’te karaciğer kanserinden ölür. Eşi Theo Sarapo’nun aynı gece cenazesini gizlice Paris’e getirdiği, böylece hayranlarının “Édith Piaf’ın kendi evinde öldüğünü” düşüneceğini umduğu söylenir.
Katolik kilisesi Paris Başpiskoposu –sürdüğü hayat nedeniyle- Édith Piaf’ın cenaze törenini yapmayı reddetti. Tabutu Père-Lachaise mezarlığına götürülürken on binlerce hayranı korteje katıldı. Mezarlıktaki törende hazır bulunanların sayısı ise 100.000’i geçti.
Ünlü şarkıcı Charles Aznavour Édith Piaf’ın cenaze törenini anlatırken “İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinden beri bütün Paris’in trafiğini tamamen kilitleyen başka bir olay yoktur.” sözleriyle durumu açıkladı.
Portekiz İber yarımadasının ucunda Atlas Okyanusuna kıyısı olan harika bir ülke. İspanyolcayı andıran bir dilleri iş müzik olduğunda iyi bilmeyenler için ayırt edilmesi zor hale geliyor. Her ülkede gördüğümüz halk müziğinin adı Portekiz’de ”Fado” oluyor. Tango, Flamenko gibi hüzün anlatır. Kadercilik, hayal kırıklığı, yalnızlık ezgileridir. Bizdeki arabesk karşılığı gibi algılansa da aslında bir Neşet Ertaş bir Musa Eroğlu müziğidir. Zaten “Fado” kelimesinin kökeni Latince de “Fatum=Kader” dan gelmektedir.
Portekiz’de yerel lokantada yemek yerseniz muhtemelen aile işletmesi olacaktır. Masa sayısı çok fazla değildir. Aile tüm masaların taleplerini hızlıca yerine getirse de uzun süren ve keyifli yemek başlamıştır. Anne, baba, kız ve erkek çocuk çalışanlardır. Muhtemelen birinci kadeh şarapların bittiği anlara denk gelecektir- bir yere sıkışan İspanyol gitar ve Portekiz gitarının akort sesleriyle sohbetinize ara vermek durumunda kalırsınız. İşte bu anda ya anne ya da kız çocuğu amsalar arasında gezinerek Portekiz halk ezgileri söylemeye başlarlar. Bu “Fado” müziğidir. İsterseniz kendi kaydettikleri CD’leri satın alabilirsiniz.
Amália Rodrigues fadonun en güçlü sesidir. Portekiz sanat elçisidir. Rodriguez’in yaşamı 1920-1999 yılları arasına denk gelir. Rodriguze fadoyu şöyle tanımlar:

“Fado gizemli bir şeydir, onu duyumsamak için insanların ıstırapla doğması, arzuları, tutkuları olmayan, sanki hiç var olmamış biri gibi hissetmesi gerekir… Bu kişi benim; bu nedenle ben fado söylemek için doğdum.
Kendisi “Rainha do Fado” dur. Yani “Fado’nun kraliçesi”…
Rodrigues, 1935’lerde başlayan şarkıcılık kariyeri 1939 da bir fado mekânındaki ilk sahne alışı ile hızlanır. 1940 yılında artık tanınmış bir fado sanatçısıdır. Besteci Frederico Valério ile tanıştığında ‘Fado do Ciúme’, ‘Ai Mouraria’, ‘Que Deus Me Perdoe’ ve ‘Não Sei Porque Te Foste Embora’ gibi sadece onun için bestelenmiş şarkıları söyleyecektir.
Olimpia-Paris de konser verme şerefine erişir. Uluslararası turneler birbirini kovalar. Son konserini 1994 de 74 yaşındayken Lizbon’da verir.

Bu bilgileri elde edip yazıya oturduğumda bir taraftan üç divanın Youtube kanalındaki albümlerini bulmuş arka planda dinlemeye başlamıştım. Kulağım nedense akşam saatlerin Maria’yı gece ise Amalia’yı ister olmuştu. İki sanatçı arasında geçiş yaparken Edith’in büyülü sesi ile ruhumdaki izleri silmeye çalışıyordum. Yazı aktıkça müzik de akacaktı. Yazmak bitmesin istedim. Sanki son noktayı vurduğumda müzikleri kaybedecekmişim duygusu sardı. Çabuk kurtuldum.
Sevgi ve saygılarımla.
Eidth Piaf’ı biliyordum, diğer ikisini bilmemek cehalet mi ilgisizlik mi 🙂 Üçü de inanılmaz ama. Hele o dönemlerde yetenek olmadan bir yerlere gelmek zor. Zamanımızda olduğu gibi Çinli ve Rus “like” sunucu çiftliklerine para verip izlenme ya da takipçi sayını 100 milyon yapamıyorsun.
Çok faydalandım yazıdan. Eline sağlık.
Aslında ne cehalet ne de ilgisizlik. Eğer Tolga Büyükada’nın yazısını okumamış olsaydım ben de bilmeyecektim. Güzel olan şey birbirimizden öğrenen, esinlenen ve düşüncelerimizi besleyen insanlar olmamız. Kim bilir daha tarafımızdan keşfedilmeyi bekleyen ne insanlar vardır?
Sevgi ve saygılarımla
Eidth Piaf’ın yaşam hikayesi çok dramatik. Muhtemelen birçok filme konu olmuştur.
Yazı için çok teşekkür ederim.
Ellerinize sağlık.
Selam ve saygılarımla