Yıldız, uzun süredir ders çalışmaktan yorgun düşmüştü. Gerçi herkesi üniversiteye alıyorlardı ve tüm öğrencileri mezun ediyorlardı. Böyle olsa bile, iyi bir üniversitenin gelecekte geçerli olan bölümünü kazanmak zorunda olduğu düşüncesiyle büyük bir stres yaşıyordu. Bir an olsun kendini dinlendirmek ve yeniden odaklanabilmek için başını ders çalıştığı soru kitapçığından kaldırdı, ardına yaslandı ve “Büyük bir cefa çekiyorum. Milenyum nesli çok şanssız, büyük savaşlar vermek ve kazanmak zorunda.” düşüncesine kapıldı. Zihnini yaşamın eziyet yönüyle doldururken, gözü sokaktan geçmekte olan, üstü başı çamur içinde kalmış bir çiftçiye takıldı. “Bu kadar da değil…” diyerek kendini teselli etti. “O kim bilir bu soğuk havada ne kadar sıkıntı çekti? Baksana, bırak ayakkabılarını, çorapları bile çamur içinde kalmış. Garibim çok üşümüş olmalı. Şimdi evine gidip duşunu aldıktan sonra çorbasını ve üzerine çayını içip şöyle bir dinlendi mi, her sıkıntısını unutur.” diyerek kendini rahatlattı.
Ardından çevresine bakındı. Raflardaki kitapları görünce, Çanakkale Muharebesi aklına düştü. Ders çalışırken dinlenmek için genellikle roman okurdu. Çok güvendiği Bulut öğretmenin sözlerini hatırladı: “Ne kadar çok kitap okursan, soruları o kadar kolay anlarsın ve doğru çözersin.” Büyükbüyük dedesinin Çanakkale’de şehit olduğunu öğrendiği zaman, Turgut Özakman’ın Diriliş: Çanakkale 1915 isimli tarihi romanını okumuş ve etkisinden hiçbir zaman kurtulamamıştı.
Kitapta anlatılanları düşündü. “Benim çektiğim ya da bu çiftçinin savaştığı zorluklar, Çanakkale Savaşı’na katılan yiğitlerin yaşadığı sıkıntıların yanında sözü edilemez.” diyerek, kış günü gece yarısından sonra yağmur ve kar altında siperde nöbet tutan askerlerin yaşadıklarını hatırladı. Temmuz sıcağında tuvalet ve kanalizasyon bulunmayan, yüz binlerce askerin kaldığı daracık ortamlarda sineklerin verdiği sıkıntıyı, milenyum neslinin yaşamamış olduğunu düşünüyordu. “Acıdığım bu yorgun çiftçi de yaşamamıştı.” diye düşünerek kendini teselli etti.
O savaşta Türkler büyük bir baskı, yoksulluk ve yalnızlık içerisindeydiler. Sanki demircinin dövdüğü demirden farklı olmadıklarını o kitaptan öğrenmişti. O neslin örs üzerinde çekiçle dövülerek çelikleştiğine inanıyordu. “Biz böyle değiliz ki! Günümüzle gelecek arasında sıkıştık kaldık, gelecekten ümidimiz yok. Bu doğru olsa bile hiç dert değil. Çalışan kazanıyor…” diye düşündü.

“Her şeyden bir ders alınması gerektiğini ve bunu özümseyenlerin sıkıntılarının daha az, başarılarının daha kolay olacağını…” söyleyen babasının sözleri aklına geldi.
Yurt sevgisinin Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasındaki en önemli itici güç olduğunu öğrenmişti. “Sevgi en büyük güç. Tüm sorunların ve sıkıntıların üstesinden gelen en önemli güç. Bu bende var. Okumayı seviyorum, sorun değil. Ne yapacağımı biliyorum. Daha hiçbir şey yaşamadan gelecek endişesi taşımamalıyım. Yersiz şeyleri dert etmeye gerek yok.” diyerek kendini rahatlattı, her zamanki gibi…
Haklıydı, bu nesilden, babasının, hatta büyükbabasının neslinden kim; büyük büyük dedesinin, bölüğünde er olduğu Yarbay Hüseyin Avni Bey’in yaşadığını yaşamıştı ki?
Kitaptan bir anıyı hatırladı…
57. Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey, cephede bayram ziyaretine gelen komutan arkadaşlarına İstanbul’u, çocukluğunu yaşadığı mahallesini, evini, eşini ve çocuklarını çok özlediğini dile getirmişti. Arkadaşları cephede savaşırken, onları kaderleriyle baş başa bırakıp izne gitmeye utanmıştı. Mustafa Kemal Bey sayesinde durumlarının iyileştiğini, çatışmaların bu günlerde çok azaldığını, ailesini görmeyi çok özlediğini belirtip, silah arkadaşlarından izin istemişti.
Bir obüs mermisi 57. Alay karargâhına düştüğünde, Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey, hasretini gideremeden, kâbusun en beterini yaşayarak ne yazık ki şehit olmuştu.
Bayram tüm silah arkadaşlarına zehir olmuştu. Olayı öğrenenler sanki kendileri şehit olmuş gibiydiler. Hüseyin Avni Bey’i çok seven Mustafa Kemâl’e gözyaşları içerisinde, doğru dürüst cümle kuramadan gözyaşları içerisinde anlatmaya çalışmışlardı.
O çiftçi de, Yıldız da böyle bir dram yaşamamışlardı. O neslin yaşadıkları karşısında, çalışmanın ya da günlük zevklerden mahrum olmanın sözü edilebilir miydi? Elbette edilemezdi.
Bu günün annelerinin de, o dönemin analarının yaşadıkları kıyaslandığında, hiçbir sıkıntı çektiklerinin sözü bile edilemezdi.
“Sütüm sana helal olmaz, kurtarmazsan vatanı…” diyen annenin çektiğini günümüzde kim çekti ki, diye kendi kendine bir soru yöneltince, çok daha rahatlamıştı.
Yıldız, ders çalışmaya dönmek istiyor olsa da Çanakkale bir kez aklına takılmıştı, Büyük büyük dedesinin ve o neslin yaşadığı dramı Turgut Özakman o kadar canlı şekilde anlatmıştı ki, aklından çıkaramıyordu, toparlanamıyordu.
Çiftçinin çamurlu ayakkabılarından etkilenmişti. Ancak Çanakkale Müdafilerinin çoğunun ayağında, çiftçinin giydiği ayakkabılar bile yoktu. Çarık giyenler çoktu. Çarık yenilen hayvanların derisinden yapılan, yürürken keskin taşların ayağı yırtmamasını sağlan ince bir deri idi. Ayağı sıcak tutmaya gücü yetmezdi. Yıldız kendi ayağındaki bota baktı, “Çok şanslıyız, çok.” düşüncesi içerisinde, içi ailesine bir kez daha minnet hisleriyle doldu. Biliyordu ki Çanakkale’de ayakları donan çok asker vardı. Çarığı ilkel çağdaki insanların ayakkabısı olduğunu biliyordu, kendi kendine “Demek ki Çanakkale Kahramanları da giyiyormuş, ne kadar yoksulluk varmış.” dedi ve yan masada oturan ergenin marka ayakkabısına baktı utandı…
Yıldız, soğuktan donan insanla hiç karşılaşmamıştı, kim karşılaşmıştı ki. Pek duyulan bir şey değildi. Yaşadığı çeşitli problemler olsa da hiçbir zaman önemli sorun değillerdi, cefakârlık olarak tanımlanamazdı, yüzü kızardı. Anne ve babasına, kendine tanıdıkları refah için minnettarlık hissetti.
Bütün zor koşullara rağmen, sıkıntılarla dalga geçenler de olurdu. Azalan yiyecekleri gören eratın “Bugün akşam yemeğinde ne var?” sorusuna “Mermi ve barut kokusu.” diye esprili cevaplar verenler de vardı. Onlar açlığı bile umursamazken, arkadaşlarının yemek beğenmeme lüksü olmaması gerekirdi.
Savaşın en kritik olayı 25 Nisan 1915’te, düşmanın Arıburnu’na yaptığı çıkarma sırasında Mustafa Kemal’in, geri çekilmekte olan askerlere verdiği şu tarihi emirdi. “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” Ve o emri alan 57. Alay, büyük bir fedakârlık örneği göstererek, son erine kadar o emre uymuş ve bunun sonucunda savaşın kaderi değişmişti. Cefa söz konusuysa 57. Alay çekmişti.
Bombalandığı için mermiyi top namlusuna sürmekte kullanılan top bataryasının vincinin bozulması nedeniyle, Seyit Onbaşı’nın, 275 kg’lık top mermisini tek başına sırtlayıp namluya yerleştirmesi ve bu merminin düşmanın Amiral Gemisi Ocean’ı saf dışı bırakması, Çanakkale Zaferinin efsaneleşen kahramanlık hikâyelerinden biri olarak tarihe geçtiğini neredeyse herkes biliyordu. “Günümüzde böylesi bir yükün altına giren, girmeye cesaret edecek yiğit var mı?” sorusunun cevabını yine zihninden cevaplandırdı. “Yoktu ki!”
O nesil canını hiçe sayarak böylesi fedakârlıkları, sırf vatan sevgisi ve onuruyla seve seve üstlenmesini dikkate aldığımızda, cefakâr neslin onlar olduğunu görmek gerektiğini çok iyi biliyordu.
Şehit Boyabatlı Mustafa’nın cebinden çıkan dizeleri hatırladı. “Bugün bizden vatan razı olacak, asker şehit, ordu gazi olacak…”
Yıldız, vatanın rızasını kazanmak için şehit olmayı ve kalanların gazi olmasını destanlaştıranlarla karşılaşmamıştık ki.
Ve çok ağır bir bedelle, yüzbinlerce şehidin kanıyla en acı ders alınmıştı.
Çanakkale Savaşı, hiçbir gücün yurt sevgisinden daha güçlü olmadığını öğretmişti.
Kendi nesli cefa çekmemişti…
Yıldız, ders çalışmaya dönmek istemesine rağmen çalışamıyordu. Çünkü Çanakkale bir kez aklına takılmıştı, aşamıyordu. Masasını topladı, kendine bir kahve almak için kalktı.
Gözlerinin niçin ıslak olduğunu sordular, “Hiç…” dedi. Aşka yordular.