Bu yazı Mersin Fotoğraf Derneği dergisinin konusu “Fotoğraf keşif mi buluş mu?” olan 18 nci sayısında yayınlanmıştır.
Sizi bilmem ama benim için fotoğraf bir keşiftir. Hem de kendi başıma kaç defa… Nasıl mı? Anlatayım o zaman.
Babamın Kodak Retina makinasını bana vermesi 1966-67 yıllarda Adana’ya yabancı dil kursuna gitmeme dayanır. İçinde Salihli’nin önemli stüdyosu olan Foto Teknik’de sardırdığım bir filmle tabii ki. İkinci makarayı kendim takmıştım. Sonrasında çek Allah çek bitmez. Salihli’ye dönüp baskı almak için Foto Teknik’e gittiğimde filmi çıkarıp banyo edince dönüp bana “bu film çekilmemiş” dedi. Halbuki her seferinde bana anlatılanlara uygun ayarlar da yapmıştım. Makinada problem vardı ve tamir edilmeliydi. On iki yaşlarında eline tornavida alan çocuk sonunda bir naylon torba içinde bir sürü fotoğraf makinası parçası ile ilk keşif sürecine son verdi.
Aslında 1100’lerde Arap matematikçi Hassan İbn Hassan karanlık kutunun (camera obscura) hakkında görüşlerini ortaya koyuyordu. Leonardo da Vinci’de (1452-1519) camera obscurayı çizim yapmak için kullanıyormuş. Yeri gelmişken şunu da ekleyiverelim; Aristoteles mağarada bir delikten giren ışığın karşı duvarda ters görüntü oluşturduğunu gözlemler. İlk “Pin hole” kamera bu olsa gerek. Diğer yandan simyacıların gümüş tuzlarının ışıkta bırakılması sonunda karardıkları gözlemleri var. Bu işin ucu 8’nci yy. da Cabir İbn Hayyam’ın (bu zat-ı muhterem de Arap. Düşünün; Arap toplumunda bilim ve sanat ne kadar ileri seviyede. Bilim üzerine yazılanlar Avrupa’ya referans oluyor bu dönemlerde. Bu vaziyetten ne hallere nasıl geldiklerini anlamak mümkün değil. Aslında mümkün) gümüş nitradın karardığını keşfetmesine (buluşuna mı desek? Ama diyemiyoruz) dayansa da bu kararmanın nedeni 1727 yılında Johann Henrich Schultz gümüşteki kararmanın ışık tesiriyle olduğunu meydana çıkarmıştır. Johann Henrich Schultz ilk defa gümüş kloritli bir satıh üzerinde makine kullanmadan bir hayal meydana getirmiştir. Ancak bu hayal sabit olmayıp kararma devam ederek hayali ortadan kaldırdığı için Schultz’u fotoğrafın kâşifi saymamak gerekir. Tam da burada konu ikiye ayrılır; birincisi görüntünün tıpatıp aynısının bir yüzey üzerinde elde edilebilmesi, ikincisi ise elde edilen görüntünün bozulmadan saklanabilmesidir.
Aradan geçen yıllar sonunda 1972-73’e geldiğimizde şunu fark ediverdim: Her şey değişiyordu. Birçok şey kayboluyordu. Hatta sevdiğimiz insanları yitiriyorduk. Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Bunların yaşattığı olumsuz duyguları bir nebze hafifletmenin çaresi vardı. Hoooop, fotoğrafı bir daha keşfettim. 1973 yılında elimde Kapalıçarşı’da camekanlı dolaplarda satılan ikinci el bir SLR fotoğraf makinası vardı. Delirmiş gibi akrabalarımın, arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeye başlamıştım. Bir tek babama yetişememiştim. Ay farkıyla… Üniversite yılları fotoğrafı ikinci keşif dönemim olarak böyle geçti. Bu dönemin detayını okumak isterseniz “Fotoğraf ile nasıl tanıştım” blog yazıma göz atıvermenizi rica edeceğim.
1700’lü yıllardan itibaren Avrupa’da görüntü elde etmek için yapılan çalışmalar hız kazanıyor. Sanki adı konulmamış bir yarış var gibi. 1800’lerde İngiliz Thomas Wedgewood ve Humpry Davy gümüş klorit sürdükleri kâğıt üzerinde görüntü elde ederler. Ancak bu görüntüyü korumaları mümkün olmaz. Bir teknik sorun da pozlama süresinin uzunluğu. Ancak bu İngiliz R.L. Maddox’un görüntü elde etmek için gümüş bromür (AgBr) kullanmayı bulmasıyla iyileşiyor. Gümüş klorür (AgCl) ve gümüş iyodür (AgI) kullanılabilen diğer kimyasallardır. Niepce ve Daguerré’in kimyasallar üzerinde çalışmaları (belki de hangi kimyasalların kullanılacağının buluşları demek daha doğru olacak) ve tabii Talbot’un buluşları göz ardı edilemez.
Işık gümüş tuzlarını oluşturduğu yüzeye düştüğünde ışığın şiddetiyle orantılı olarak;
Ag+Br– (kristal) + ışık Ag++ Br–+ e–
Açığa çıkan gümüş çeşitli kimyasallarla (en bilinen, az zararlı ve hala kullandığım metol, hidrokinon) indirgenir. Sülfit, boraks, karbonat, sodyum bromür gibi yardımcı kimyasallar da var. Bir de elde edileni bozulmadan korumak var. Burada da “sodyum hiposülfit-Na2SO4” imdadımıza yetişir. Bunları kim nasıl buldu ki?
Fotoğrafı ikinci keşfim beni uzun süre idare etmişti. Neyi keşfettiğimin çok da farkında değildim. Ne yazık ki bu dönemde ortaya çıkan elle tutulur bir arşivim yok. İş nedeniyle yaptığım yurt dışı seyahatlerinde resmen denk getirdiğim kareler var. Ancak buna hayıflanarak vakit kaybetmek yerine fotoğrafı üçüncü kez keşfetmeyi tercih ettim. Bu keşfimin başlangıç tam da Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki dördüncü basamak içinde debelenirken oldu. Piyasada dijital fotoğraf makinalarının yaygın olarak adı geçmeye başladığının -belki de ben o zaman duymuştum- birkaç yıl sonrasıydı.
Fotoğrafın dijital olarak işlenmesi gerçekten çok önemli bir buluştu. Bütün piyasa dengelerini alt üst edecekti.
Hal böyleyken 1936 Berlin Olimpiyatlarında ilk defa canlı olarak TV yayını yapılmıştı. Kullanılan kameralarda görüntüyü alabilmek için bir ışığa hassas yüzeyi televizyonun buluşundan beri vardı. Ve bu yüzeye düşen görüntü (objektiflerin varlığından bahsetmiyorum) elektriksel olarak hem kaydediliyor hem de yayınlanıyordu. Aynen müzik kasetleri gibi. Hatta 1978’li yıllarda TRT de çalıştığım dönemde kullandığımız naklen yayın sisteminin kameralarının devre şemalarındaki tarih 1954’ü gösteriyordu. Bu işin en iyileri Marconi, Bosh ve RCA şirketlerinin ürettiği kameralardı. Çekimler bir inch manyetik banda kaydedilirdi.
Yani görüntünün dijital hale gelmesinde yol kat edilmişti. Bunun için “Boolen matematik” inin elektroniğe uygulanması gerekiyordu. İşte 1970’li yılların sonuna doğru bu işlemleri yapabilen elektronik devre elemanları üretilmeye başladı. Görüntünün elektriksel olarak Kodak’tan çok önce elde edilmiş olmasına rağmen dijital fotoğrafın yani ışığın sayısal ortamda (bunu bilgisayara direkt aktarabilme olarak okuyun) elde edilmesi buluşu 1975 yılında Eastman Kodak çalışanı Steven Sasson ile başladı. Her ne kadar Kodak bu başarıyı doğru sürdürememiş olsa da dijital fotoğraf makinasının (DFM) fikri ve yapımı onlara aitti. Çekilen fotoğraf bilgisinin kaydı 23 saniye sürüyordu😊. Bu doğum anını 1980’li yılların sonuna hatta 2000’lere kadar emekleme süreci takip etti.
Bilim yapı taşları düzgün ve sağlam konulduğunda devamında keşifler ve buluşlar gelmeye devam ediyor. Hatta gelmesi kaçınılmaz oluyor. Safsatalarla doldurulmuş beyinlerin bilim yolunda olmaları mümkün değil.
Ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” deyişinin arkasında duramadık.
Bütün bunlardan sonra “fotoğraf keşif midir buluş mudur?” sorusuna dönelim. Görünen o ki fotoğrafın gelişiminde meraklıların, bilim adamlarının gözlemleri, keşifleri ve buluşları iç içe geçmiş vaziyette. Ancak kesin olarak söyleyebileceğimiz şey fotoğrafın bizim için hayatımızın vazgeçilmez bir keşfi olduğudur.
Meraklısına not: Epey bir süre önce filmli fotoğrafı yeniden keşfettim…
Fotoğrafın bir düzlemde oluşturulması ve saklanması noktasında baya bir mesafe kat edildi. Sanırım bundan sonraki gelişim daha ziyade işlenmesi ve paylaşımı üzerine olacak.
Yazı için teşekkürler Okyar abim. Ellerine ve emeğine sağlık.
Selam ve saygılarımla.