Postmodernizm ‘Özcülük’ü de yadsır. “En zararsız biçimiyle özcülük, şeylerin belli niteliklerden oluştuklarını, bu niteliklerin bazılarının fiilen bu şeyin kurucusu olduğunu ve dolayısıyla bu kurucu nitelikler dışarıda bırakıldığı ya da radikal ölçüde dönüştürüldüğü takdirde söz konusu şeyin başka bir şey olacağını ya da hiçbir şey olmayacağını bildiren öğretidir. Böyle ifade edildiğinde özcülük öğretisi açıkça önemsizlik ölçüsünde doğrudur ve birilerinin bunu niçin yadsımak isteyeceğini anlamak zordur.[1] …Karl Marx bir özcüydü, oysa burjuva Faydacılığının babası olan Jeremy Bentham hararetli bir özcülük karşıtıydı. İngiliz liberalizminin babası ve köle ticaretine yatırım yapan bir girişimci olan John Locke, bazı özlerin gerçek, ama bazılarınınsa yalnızca ‘nominal’ olduğuna inanıyordu.[2]
***
Tarihselcilik bir diğer eleştiri alanıdır, Postmodernizmi için: “Tarihselcilik, Hristiyanlıktaki ahlaksal tanrıyı başından savmıştır. Onun yerine, önce ilerlemeyle düzeni bir araya getirmeye ilişkin basit iradeyi, sonra da, daha derinlikli bir biçimde, Hegel’de, bizi mutlak Tin’in utkusuna götürecek olan ve Marx’ın, toplumsal ve iktisadi pratiklerle yakınlaşarak, doğanın ve aklın, egemen sınıf ve onun ögeleri tarafından inşa edilen savunmaları yıkan akınına dönüştürdüğü, diyalektiği koymuştur.[3] …”Jameson:… Postmodern toplumun başlıca özelliklerini -başkaları yanında, üslup ve moda döngülerinin hızlanması, reklamın ve elektronik medyanın gücünün artması, evrensel standartlaşmanın başlaması, yeni sömürgecilik, Yeşil Devrim- postmodernist kültürün şizoid pastişine bağlayan şey, tarih duygusunun körelmesidir. Çağdaş toplum sistemimiz kendi geçmişini bilme yeteneğini yitirmiş, derinliği, tanımı ve güvenilir bir kimliği olmayan ‘sürekli bir şimdi’ içinde yaşamaya başlamıştır.[4] …“Jameson, çağdaş küresel uğrağı, kapitalizmin sönmesi ya da aşılması olarak değil, tam tersine, onun biçim ve enerjilerinin yoğunlaşması olarak betimlemek ister. Büyük ölçüde Ernest Mandel’in Late Capitalism’ine (Geç Kapitalizm) dayanan Jameson, kapitalist büyümenin üç dönemini ayırt eder: sanayi sermayesinin asıl olarak ulusal pazarlar içinde gelişmesiyle nitelenen piyasa kapitalizmi (yaklaşık 1700-1850 arası); pazarların genişleyip dünya pazarı haline geldiği, ulus-devletler çerçevesinde örgütlenmiş ama hem ucuz emek hem de hammadde sağlayan sömürgeler ile sömürgeci uluslar arasındaki temel sömürü asimetrisine dayanan, emperyalizm çağıyla özdeşleşen tekelci kapitalizm; ve son olarak, uluslararası şirketlerin büyük bir hızla büyümesinin ve bunun sonucunda ulusal sınırların aşılmasının niteliği, postmodern çokuluslu kapitalizm dönemi. Çokuluslu kapitalizm (ya da tüketim kapitalizmi) Marx’ın kapitalizmin işleyişiyle ilgili çözümlemesiyle çelişmek şöyle dursun, ‘sermayenin bu güne kadar ortaya çıkmış en saf biçimidir, sermayenin şimdiye dek metalaştırılmamış alanlara muazzam bir yayılışıdır.’[5] …Tıpkı Marx’ın suçladığı burjuva kapitalizminin ilerici yönlerini görmesi gibi, Jameson da postmodernist kültürü hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle, diyalektik bir şekilde kavramak ister. …güçlü bir üslupla, postmodernizm konusunda basitçe taraf tutmanın ahmaklık olduğunu anlatır: ‘Burada asıl olan, postmodernizmi kolayca reddetmenin onu aynı kolaylıkla kutlamak kadar rahat ve çürümüş olduğu noktaya varacak ölçüde, postmodernizm kültürü içinde olmamızdır. Postmodernizm üstüne ideolojik yargıların günümüzde zorunlu olarak hem kendimiz hem de söz konusu ürünlerin üstüne bir yargıyı ima ettiği düşünülebilir’.”[6]
Postmodernizm yalnızca bir tür teorik hata değildir elbet. Başka şeylerin yanısıra, Batı’daki özgül bir tarihsel çağın, aşağılanmış ve hakaretlere maruz kalmış grupların, tarihlerinde ve benliklerinden artakalmış bazı parçaları yeniden elde etmeye başladıkları bir çağın ideolojisidir. Bu, …postmodernizm eğiliminin en değerli başarısıdır;…[1] …”Postmodernizm, insanın dünya karşısında oluşturduğu yeni bir duruş’a; bilgi, ahlak, politika, estetik alanlarında öznenin yaşama soktuğu yeni bir tavra işaret ediyor. Bu duruşun özgül özelliği, kendisini kavramsallaştırmaya izin vermeyişi, hatta kavramsallaştırma girişimlerine meydan okumasıdır. Postmodern deneyim, koşullarını, aklın biçim verici güçlerinde değil; fakat duyusal varoluşumuzun dolaysız tepkisinde bulan bir deneyim tarzını yaşama biçimi olarak öneriyor.”[2] Yvonne Rainer, ‘Gösteriye hayır, virtuoziteye hayır, dönüşümlere ve büyüye ve aldatmacaya hayır, yıldız dansçı imgesinin aşkınlığına ve göz kamaştırmacılığına hayır, kahramana hayır karşı-kahramana hayır, süprüntü imgelere hayır, icracı-izleyici işbirliğine hayır, tarza hayır, yapmacıklığa hayır, icracının hilelerle izleyiciyi aldatmasına hayır, egzantrikliğe hayır, tahrik etmeye ve edilmeye hayır.’[3] diyerek esasen her iki ekseni de eleştiri bombardımanına tutuyor. Lakin, saydıkları dışında kalan birkaç şey söylemeliydi ki, ‘hiç’lik akla gelmesin. Fakat belki kastı zaten Hiç’liktir.
Postmodern yaklaşımı herkes baştacı etmedi. Bir kısım entelijansiya temkinli eleştiride bulunsa da, bir kısmı neredeyse lanet yağdırdı. Modernizme sıkı sıkıya bağlı olanların sert tutum göstermeleri yadırganmaz. Diğer yandan Modern koşullarda iken insanlığa, diğer canlılara ve genel olarak üzerinde yaşadığımız gezegene yapılan kötülüklere itiraz olarak ortaya çıkan, öyle gözüken postmodern yaklaşımların Modernizme haklı eleştirilerini olumlayıp, aynı zamanda bir çıkmazda olan, yerine bir şey koyamayan, belirsizlik üreten, umudu yok eden, hiçliğe yol açan bu yaklaşımın sakat yanlarını göstermek üzere eleştirenler de var elbette ki. Asıl mesele hem eleştirenlerin, hem de baştacı edenlerin, hangi nedenlere dayandırarak bunu yaptıklarına bakabilmekte. Şu anda bizim yaptığımız da bu. Kim ne söylemiş, neden öyle söylemiş? Olabildiği kadar farklı görüşleri ortaya koymak üzere geniş bir yelpazeden metinleri inceledik ve yer vermeye çalıştık.
Alan Sokal-Jean Bricmont ikilisi postmodernizmin önde gelen teorisyenlerine karşı çok sert bir üslup takınmışlardır: “Lacan, Kristeva, Irigaray, Baudrillard ve Deleuze gibi ünlü entelektüeller sürekli, defalarca bilimsel kavramların ırzına geçmişlerdir. Ya en küçük bir açıklama yapmadan bilimsel fikirleri tümüyle bağlamları dışında kullanmışlar -lütfen kavramları bir alandan ötekine taşımaya karşı olmadığımızı biliniz, yalnızca bu aktarmanın tartışılmadan yapılmasına karşıyız- ya da bilimsel jargonu bilim adamı olmayan okurların karşısında, ilintisine ya da anlamlarına bakmadan atıp tutarak kullanmışlardır.”[10] John M. Ellis ‘Postmodernizme Hayır’ başlıklı kitabında benzer bir üslup takınır: “…gizemciler, hayalciler ve aklın sınırlamalarından aynı biçimde rahatsızlık duyan başkaları, rasyonel düşünceye düzenli olarak saldırmışlardır. …Bir şeyin sorunsal olduğunu bildirmek ne sonuçtur ne de entelektüel bir başarıdır. …Saplantılı bir biçimde eskiyi aşağılamak, aslında yeni bir şey bulamamanın zavallılığıdır;…”[11] Terry Eagleton, ‘Postmodrenizmin Yanılsamaları’ başlıklı kitabında postmodern cepheyi agressif şekilde eleştirmese de kararlı bir tavır gösterir: “Postmodern tarihin-sonu düşüncesi, bu günkünden çok farklı bir gelecek tasavvur etmez ve bu beklentisini de tuhaf biçimde bir şenlik nedeni sayar. Ama aslına bakılırsa, olanaklı birkaç tane gelecek var ve birinin adı da faşizm.[12]… Postmodernizm, Öteki’ne açık olmakla o denli övünmesine rağmen, karşı çıktığı ortodoksiler kadar dışlayıcı ve sansürcü olabilir pekâlâ. Sözgelimi, genelde insan kültüründen söz edilir ama sınıf konuşulmaz, beden ele alınır ama biyoloji alınmaz, jouissance’a (haz, keyif, orgazm) değinilir ama adalete değinilmez, post-kolonyalizm konu edilir ama küçük burjuvazi edilmez.”[13] Steven Connor, başka eleştirilerden de örnekler vererek, postmodern tutkunlarını bir miktar küçümser: …”Bir yandan, kendini ‘post’ bir şey olarak tasarlamak, belli bir tükenişi, eksilişi ya da çürümeyi kabullenmek demektir. Bir post-kültürde yaşayan biri, partiye geç gelmiş, geride süpürülüp atılmakta olan boş şişelerden ve sigara izmaritlerinden başka bir şeyin kalmadığını gören biridir. … ‘Post’un böyle bir yorumu, örneğin Charles Newman’ın postmodernizmi alaycı bir üslupla ‘Modernizmin sirk fillerinin ardından ellerinde kürekleriyle yürüyen çağdaş kibirli sanatçılar güruhu’[14] diye nitelemesinin de altında yatan şeydir. Postmoderne değinen başkaları da bu çöküş duygusunu vurgular. Irving Howe postmodernizmi sinirlerin bir iflası olarak görür, ‘Post-Modern’ yaftasını ilk kullanan kişi olduğu kabul edilen Arnold Toynbee de ondan Batı uygarlığının 1870’lerden itibaren içine düştüğü akıldışılık ve göreceliği nitelemek için söz eder.”[15] …Best ve Kellner, postmodernizm konusundaki söylemlerinde daha temkinlidirler: “Tarihte büsbütün yeni teoriler ve düşünce tarzları gerektiren radikal bir kopuş ya da kesinti ortaya çıktığını bildiren postmodern koyutunu kabul etmiyoruz. Ama toplum ve kültürün geniş bir bölümünde önemli değişimlerin cereyan ettiğini ve bu değişimlerin toplum ve kültür teorisinin yeniden inşa edilmesini gerektirdiğini ve teoride, sanat alanında, toplum ve politikada ‘postmodern’ teriminin kullanılmasına zaman zaman izin verdiğini kabul ediyoruz. Benzer şekilde, modernliğe ve modern teorilere yönelik postmodern eleştirinin bazı boyutlarını kabul ediyoruz, ama geçmişin tüm teorilerini ve metodlarını bir köşeye fırlatıp bırakmaya ya da modernliği toptan mahkûm etmeye hazır değiliz. Postmodern söylemin savunucuları ve şakşakçıları olmayacağımız gibi, bu söylemi baştan savmaya da kalkmayacağız.”[16] Krishan Kumar, Umberto Eco’nun bir tespitine yer verir: “…Eco’ya göre de, Disneyland hipergerçeğin kutsallaştırılmasıdır, …‘gerçeklikten daha gerçek olan bir fantezi dünyası’dır. Amerika’nın en hakiki sanat eseridir, Amerika’nın kendi ‘Sistine Şapeli’dir.”[17] Best ve Kellner, Daniel Bell’in (tarih:1976) görüşünü paylaşır: ‘Bizler Batı toplumunda bir yol ayırımına yaklaşıyoruz: Son 200 yıl sürecince modern çağı biçimlendirmiş olan burjuva düşüncesinin -insan eylemi ve toplumsal ilişkiler, bilhassa ekonomik mübadele hakkındaki görüşün- sona erişine tanık oluyoruz.’ der. Bell, postmodern çağı içgüdünün, dürtülerin ve istencin (…) zincirlerinden boşalması olarak yorumlar. …Bell’in eleştirisi burjuva dünya görüşünün ve onun değer sisteminin çökmesinden duyulan bir korkudan kaynaklanmaktadır.’[18] Ernest Gellner, Rabinov’un düşünceleriyle birlikte kendi görüşünü de paylaşır: ‘Postmodernist, kendi durumuna ve bir duruma yerleştirilmişliğine karşı kördür. Çünkü bir postmodernist olarak o, birisinin kendi durumunu bile istikrarsız, kimliksiz gören bir tikellik ve akıntı öğretisine öylesine adanmıştır ki, kendi durumunun, üzerinde düşünebileceği sürekli bir nesne olması olanaksızdır.’[19] “…postmodernizmin antropolojideki uygulayım açısından anlamı şöyle bir şey olsa gerektir: herhangi bir nesnel olguya, bağımsız toplumsal yapıya, metelik vermemek (…); bir yandan da bunların yerine araştırma nesnesinin ve araştırmacının ‘anlamlar’ını koymaktan kaçınmak.”[20] Modernizme ait olan herşeyi değersizleştirme eğilimi içinde olan Postmodernizm, Modern öncesi ne var ne yok hepsine sıkı sıkı sarılmayı da ihmal etmez. Döğme, mask, totem, el zanaatı ürünleri gibi herşeyi yaygınlaştırdı, Doğu Bilgeliği, Yoga vb kökleri çok eskiye giden inanç ve yaşam seçkilerini yüceltti. ‘İki adım ileri, bir adım geri’ diye açıklanabilir. Bir insanlık durumu, önüne geleni sürükleyen bir rüzgâr. Herşeyi elinden alınmış, tutunacak hiç bir şeyi kalmamış, ütopyadan mahrum, umut taşımayan, yalnızlaşmış, yabancılaşmış, şizofrenik aşamaya gelmiş birey başka ne yapardı? Oklar, çıkış yolu olarak o yönü gösterdi, birey de oraya yöneldi. Halbuki, onun elinden herşeyi alan, tutunabileceği hiç bir şey bırakmayan, ütopyadan mahrum bırakan, umutlarını tüketen, yalnızlaştıran, yabancılaştıran güç, okların yönünü de tayin eden güçtü. Bireyi oradan buraya aldı. Hepsi bu.
“…postmodernizm yazında suskunluk yani metin içi boşluklar, ne onsekizinci ne de ondokuzuncu yüzyıl Batı edebiyatının avant-garde akımlarında olduğu gibi, okurca doldurulmayı bekleyen ve metin yoluyla aktarılamayacak kadar çok anlamlılığın göstergesi, ne de modern yazının en belirgin özelliği olan duygusal ve anlamsal arayışın simgesidir. Onsekizinci yüzyılda, ister Laurence Sterne’in yapıtlarındaki gibi gerçekten sayfalar boş bırakılsın, ister William Blake’in şiirlerindeki metin anlam boşluklarıyla bezensin yazarlar, metindeki suskunluğun okurlarca, çok anlamlı biçimde doldurulmasını beklerler. T.S. Eliot gibi birçok modernist yazar için ise suskunluk, anlam yitirilmesinin kavramsal olarak metne yansımasıdır. Buna karşın postmodern yazarlar için metin içi boşluklar da dil gibi, anlam yokluğu dahil hiçbir şeyi aktaramazlar. Onlar yapıtlarında D.M. Thomas’ın yaptığı gibi suskunluğu da çarpıtarak kullanırlar ve son kertede, anlam boşluğu ile çokluğu okura birlikte sunulduğundan, doluluk ve boşluk kavramlarının okurdan bağımsız düşünülemeyeceği görüşü anlatılarda vurgulanmış olur. Böylece postmodern yazında suskunluk, okurca doldurulmayı bekleyen gerçek bir boşluktur ve bu konumuyla belki de okurun algılayabileceği tek gerçeğin göstergesidir.”[21] …”Dönemin okurunu postmodern durumdan ayrı düşünmek imkânsız. Durum herkesi her alanda etkilediği gibi okuru da etkiler. Sanırım tepkisini en öfkeli gösteren okur, klasik okurdur. Postmodern edebiyatta alıştığı tadı arayacak, bulamayacaktır o. Çünkü klasik okur, öğrenmek için okur. Yazardan ders bekler, düşünce bekler. Beklediği didaktik değil imgeseldir ama, özünde yine bilgi vardır. Duygusallık olduğunda da bir şey değişmez, nihayetinde yine faydacılık çıkar karşımıza.[22] …Postmodernin asıl okuru tarih’le/geçmiş’le bağını koparmış, duruş’suz, reklam kurbanı, marka hastası, her telden çalar bir nev-zuhur bana göre. Bunun da üç çeşit olduğunu düşünüyorum. Biri gerçekten edilgen. Tam bir Taşralı Medrûn Bey. Aslında postmodern de hayrını görmez böylesinin. Bir başka gün, daha reklamlı bir akımın peşine takılabilir bu okur. Dahası postmodernin aleyhine de konuşur. İkincisi hem şimdi’den yanadır, hem de alışkanlıklarını bırakamaz. Edebiyatta değişimi anlamaya ve kabule hazır klasik okura benzer biraz. Ne ki donanımsızdır. …Üçüncüsü has okurlarıdır postmodern edebiyatın. Haslıklarını postmodernin sınıfsal kimliğini reddetmekten alırlar. Yokmudur kimliği? Vardır da bunu gizlemek düşer onlara. Edebiyat, edebi kriterlere göre değerlendirilsin isterler. Sosyal, siyasal ve sınıfsal olansa edebiyata yakışmaz. Edebiyat bir oyundur. Yalandır. Kurmacadır. …Roberto Rosselli’nin 1962 yapımı Anima Nera adlı filminde Vittoria Gassman James Joyse’un ‘Ulysses’ini kitaplığın edebiyat rafına yerleştiren baş kadın oyuncusuna alaylı güler. Sorulur: Niçin güldün? Hangi rafa koymalıydım? Gassman’ın yanıtı: ‘Bulmaca ve sözlük rafına koymalısın.’[23] …İnsafsız bir sahne bu. Taşındığında anektod olarak da öyle.”[24]
***
Ele aldığımız bu kavramlar da dahil olmak üzere, tarih boyunca tartışılan ne kadar önemli mesele varsa, kendi dünya görüşümüzle örtüşsün ya da örtüşmesin, ortaya konmuş ne kadar değerli görüş varsa, hepsi düşün ortamına aittir. Filozof, başka kesimler için olmasa da, entelektüel ortam için çok değerlidir. Herşeyi reddeden, her şeyi hiç kabul eden Postmodern yaklaşım dahi, kendi düşünürlerini üretmiştir. Betül Çotuksöken düşün alanı için şunu söyler: “Felsefe, düşünmenin varolanla kurduğu bir tür ilişkidir. …Bilim de, sanat da varolanla kurulan bir tür ilişkidir. …felsefi söylem ne bilimsel, ne sanatsal, ne de dinsel bir söylemdir.”[25] …“Nietzsche’ye göre, “filozof küçük görülme, yoksulluk ve iffet gibi bu dünyadan elini eteğini çekmiş olmanın çileci değerlerini benimsiyor gibi görünmekle birlikte aslında bir anlamda ‘hayat dolu’ yaşamanın tadını çıkarmaktan başka bir şey düşünmeyen bencil bir bu dünyadır.” Deleuze’ün yorumuna göre, “filozof, derin anlamında bir yalnız, yurtsuz ve bir yabancıdır. Yabancı olmamak, yerli olmak, yani topluma boyun eğmektir. Toplumsallık, iyinin ve kötünün yeri olarak boyun eğmenin de yeridir.”[26]…“…insanın doğasının genetik kaynaklı davranış kalıpları insanı tek başına belirlememekte; belli bir topluma ait olma durumunun şartlandırdığı sosyal alışkanlıkların baskı ve zorlamaları da, bir insanın kişisel davranış ve alışkanlıklarının oluşup şekillenmesinde kesin bir rol oynamaktadır. Ama işte bunu söyler söylemez, modern çağın büyük düşünürler kataloğunda yer alan filozofların geleneğinde hakim bir rol oynamış olan bir insan anlayışına da ‘elveda’ demiş oluyoruz. Descartes’tan yirminci yüzyılın varoluşçu filozoflarına kadar, karşımıza ister natüralist isterse metafizik kıyafetler içinde çıksın, bütün düşünce modellerinde, tayin edici rol oynayan insan, hep toplumsuz, bir topluma ait olmayan insandır. Hatta çoğu zaman, doğal evrenden tamamen bağımsız, ondan hiç etkilenmeden, yani dünyasız varolduğu izlenimi veren biridir.”[27] Tarih boyunca her daim düşünürlere ihtiyaç duyulduğu gibi, yaşadığımız gün de düşünürlere ihtiyacımız var. Sezgilerimiz bize bundan sonraki dönem, bütün dünyayı etkileyecek görüşleri ortaya koyacak önemli düşünürlerin Doğu’dan çıkacağını, yaşadığımız coğrafyanın buna gebe olduğunu söyler.
***
Gelelim nihai vaziyete ve bakalım kim ne söylemiş. Bekir Şakir Konyalı: “Sonuç olarak kosmos yerine kaosa, benzerlik/tekseslilik yerine farklılığa/çok sesliliğe, çoğunluğun benzeştirici, karşıtlaştırıcı totaliter söylemi yerine azınlığın çeşitlendirici, farklılaştırıcı esnekliğine, elitizm yerine popülizme, sistem yerine bireye, kesinlikler yerine göreceliliğe, yansıtma yerine yeniden kurmaya yönelen bir eleştirel durum olarak postmodernizmin inşa edici ve savunucularının; düzen bozucu bir eşkıya mı, kafa karıştırıcı bir oyunbozan mı, insanlığa ölümü (büyük anlatılar) gösterip onları sıtmaya (postmodern durum) razı eden demogolar mı, modernizmin ayak oyunlarından birinin kurban ya da temsilcileri mi, yoksa evrilen insanın daha yaşanılır bir dünyanın imkanlarını araştıran gönüllüleri mi olduğu sorularının cevabı kuşanacağımız dile ve durumun egemen sınıfların elinde alacağı şekle bağlı olarak zaman içinde değişim gösterecektir.”[28] İsmail Hira: “Marx, mevcut sosyal düzenin proleteryanın öncülüğünde değiştirilerek sanayi sonrası toplumun sosyalist bir toplum olacağına inanıyordu. Saint Simon ise, askeri karakterde olan eski toplumun, yerini, müteşebbis ve mühendisler tarafından yönetilen yeni sanayi toplumuna bırakacağını ileri sürmüştü. Drucker, gelecekteki toplumun Marksist ya da kapitalist toplum olmayacağına ve gelişmiş ülkelerin farklı bir aşamaya doğru yol aldığına işaret etmektedir.”[29] Postmodern dönemin, daha doğru bir deyimle İleri Modern aşamanın imtiyazlı olmayan kesimlerinin vaziyeti için Sarphan Uzunoğlu’na kulak verelim: “Prekerler, emeği ucuzlatılan, esnekleştirilen, formel çalışma düzenine bağlı olmayan ya da devlet/şirket politikalarıyla formel çalışma düzeninden koparılmak istenen, darbe, kanun ve kararnamelerle örgütsüzleştirilerek sendika gibi güvencelerden tamamen arındırılan, mesleklerini kaybettiklerinde sosyal güvencelerinin yanı sıra hayat standartlarını ve sosyal gruplarındaki konumlarını da kaybedenlerdir.”[30] …Hal-i pür melali Nilgün Tutal da irdeler: “Post-fordizmin zihin emekçileri. Uyumak ve yemek için bile yeterli zaman bulamıyor. En basit gibi görünen arzuları, iş yaşamı dolayısıyla ellerinden alınmış. Sabahın erken saatlerinde, altıya doğru gün ağarmadan çalışmaya vasıfsız ve vasıflı işçiler birlikte başlıyor. Hepsi uykusuz. Bu iki emekçi grubunu birbirinden giyim tarzları ayırıyor. Karanlıkta iş sahibi gelmediğinden kapalı kapının önünde onun açılmasını bekleyen işçiler var. Vasıflı işçiler kapı önünde beklemiyor, neon ışıklarıyla karanlığa göz açtırmayan plazalardaki işyerlerine kart ya da parmak basarak giriyorlar.”[31] Ve Schumpeter’in analizi: “Hiç şüphesiz çağımızda herhangi bir işçi, XIV. Louis’in sahip olmaktan büyük zevk duyacağı pek çok eşyaya, alete sahiptir. Buna karşılık kapitalizm, Ancak Güneş Kral’ınkiyle karşılaştırılabilecek büyük bir bütçeye sahip olanlara birtakım ek zevkler, hizmetler verebilmekten çok uzaktır. Zengin ve kudretli birinin teknik ilerleme sonucunda daha hızlı seyahat edebilmeye bile yeteri kadar önem vermeyeceği aşikârdır. Elektrikle aydınlatma, istediği kadar şamdan yaktırabilen, bunlar için birçok hizmetçi kullanabilen birisi için herhangi bir konfor anlamı taşımaz. Ketenden, pamuktan ve yünden ucuz kumaşlar, ayakkabılar, seri otomobil üretimi, kapitalist üretimi karakterize eden ürünlerdir: oysa genelde tüm bu teknolojik gelişmelerin sağladığı ürünler zenginlerin durumunu iyileştirmemiştir. I. Elizabeth’in ipek çorapları vardı. Kapitalist üretim sistemi kraliçelerin ipek çorap sayısını arttırmaya yaramamış, bu çorapları fabrika işçisinin de satın alabileceği duruma getirmiş, …sıradan insanlara kraliçenin sahip olduğu avantajları sağlamıştır.”[32] Şimdi daha da ileri bir noktadayız. Ama öyle olması, imtiyazlılarla alt kesimler arasında bir dengenin kurulduğu anlamına gelmiyor. Zygmunt Bauman mevcut atmosferi başka bir noktadan tamamlıyor: “Cep telefonunun icadı, insanların sürekli birbirlerinin emrine amade olmalarına zemin hazırladı; …özel ve genel zaman, özel ve genel mekan, işyeri ve ev, çalışma zamanı ve eğlence zamanı, ‘burası’ ve ‘orası’ arasındaki sınırları ortadan kaldırdı (bir cep telefonu numarasına sahip kişi her zaman ve her yerde ‘burada’, yani erişilir oldu). Ya da en azından, ortadan kayboluş ya da sınırları geçişleri kolay ve makul bir beceri haline getirerek bu sınırları koruma ve elde etme gücümüz -öyle ya da böyle teknik olarak- elimizden alındı. Artık ‘uzakta olmak’, ‘erişilemez olmak’ anlamına gelmiyordu, gelemezdi, gelmemeliydi. İnsan elbette dışarı çıkarken yine de telefonunu masanın üzerine bırakabilir, kaybedebilir ya da zamanında açamayabilir. Ama çalan bir telefona neden cevap verilmediğine dair tüm açıklamalar artık ihmalkarlık, itaatsizlik, ayıp ve çirkin bir kayıtsızlık, bir baştan savmalık -kişisel ve özel sayısız başka yanlıştan ya da kötü niyetten biri- olarak görülebilir. Cep telefonları sürekli erişilebilir ve müsait olma ihtimalinin teknik temelidir. Akışkan modern düzenimizde bir insanlık halinin, yani ‘yalnızların sürekli temasta olma’ halinin yaygınlaşması ihtimaline çoktan zemin hazırlanmış ve bu bir ‘norm’ haline getirilmiştir – her iki açıdan da.”[33] İmtiyazlı kesimler böyle bir girdap yaşıyorlar mı? Tabii ki hayır. Bu durum diğer kesimler için tam denetim ve aynı zamanda mahremiyetin ortadan kalkması anlamına gelir. Mamafih bunun sonunda ise bazı değerlerin süratle örselenmesi, örneğin dün mahrem olan, özel olan, dokunulmaz olan, ulu orta konuşulamayan şeylerin giderek normale dönmesi, doğal bir görünüme bürünmesi, eski zamandaki hükmünü yitirmesi hali ortaya çıkar. Ayıp-Günah kavramları önemli ölçüde değişir. Böyle bir halin olumlu mu, olumsuz mu (iyi mi, kötü mü) olduğu konusundaki yorumu okuyucuya bırakmak en iyisi. Diğer yandan, son derece tehlikeli bir vaziyet bekliyor insan evladını. Evren Balta bu tehlikeye/riske işaret eder: “Otomasyon sadece insan emeğinin daha verimli olmasına yol açmaz, aynı zamanda insan emeğinin yerini alarak, onu kitleler halinde lüzumsuzlaştırır. Bu yüzyılın bitiminden önce, bu günkü mesleklerin %70’inin otomasyon yüzünden insan emeğine ihtiyaç duyulmadan gerçekleşeceği düşünülmektedir.”[34] Nihai sözü Ümit Kıvanç söyler: “Zenginlik, insanlığın hayati sorunudur. Hayır, yoksulluk değildir bir numara. Zenginliktir. Yoksulluğu yapan odur. Zenginlik, toplumsal sorun olmaktan önce, toplum hayatını kirleten ideolojik, psikolojik bir sorundur. …New York’a yeniden belediye başkanı seçilebilmek için 85 milyon dolar harcanabiliyor. Çünkü bunu harcayanın serveti 11.5 milyar dolar. …Serveti 43 milyar dolar civarında tahmin edilen Hintli işadamı kendine 27 katlı malikâne yaptırsa da, zenginlik, parayla pulla, villayla çiftlikle, özel uçakla lüks jiple ölçülebilecek bir mutlak değer değil, bir ilişkidir. …Zenginlik, kalkınma, ilerleme, gelişme gibi kavramların içinin boşaltılmasıdır. …Zenginlik iğvadır. Vicdanı tahrip etmek üzere fırsat kollayan bir cins kanser virüsüdür. …Zenginlik olumsuzluktur. …Zenginlik bencilliktir. …Zenginlik hırsızlıktır. …Zenginlik soygunculuktur. …Zenginlik yatta katta, cepte durmaz. Azgındır. Gaspçıdır. …Zenginlik eşitsizliğin kutsanmasıdır. …”[35]
***
Bu yazı dizisindeki diğer yazılar
[1] Terry Eagleton: Postmodernizmin Yanılsamaları, İngilizceden Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., 1999, s.118
[2] Terry Eagleton: a.g.e., s.122; S. Meikle, Essentialism in the Work of Karl Marx, -Londra, 1985- ve Norman Geras, marx and human Nature, -Londra, 1983-’den
[3] Alain Touraine: Modernliğin Eleştirisi, Çev. Hülya Tufan, YKY, 1994, s.99
[4] Seteven Connor: Post-Modernist Kültür: Çağdaş Olanın kuramlarına Bir Giriş, Çev. Doğan Şahiner, YKY, 2001, s.67-69; Fredric Jameson, a.g.y., s.125’den ve ‘Geç kapitalizmin Kültürel Mantığı’, s.78’den
[5] Steven Connor: a.g.e., s.67-69; Fredric Jameson, a.g.y., s.125’den ve ‘Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı’, s.78’den
[6] Steven Connor: a.g.e., s.72-73; Fredric Jameson, ‘The Politics of Theory: Ideological Positions in the Postmodernism Debate’, New German Critique, 33, Sonbahar 1984, s.63’den
[7] Terry Eagleton: Postmodernizmin Yanılsamaları, İngilizceden Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., 1999, s.114
[8] Taylan Altuğ: Dile Gelen Felsefe, YKY, 2008, s. 215
[9] Steven Connor: Post-Modernist Kültür: Çağdaş Olanın kuramlarına Bir Giriş, Çev. Doğan Şahiner, YKY, 2001, s. 212; Some Retrospective Notes on a Dance for 10 People and 12 Mattresses Called ‘Parte of Some Sextets’, Performed and the Wadsworth Atheneum, Hartford, Connecticut, and Judson Memorial Church, New york, in March 1965’, Tulane Drama Review, 10, 1965, s.178’den)
[10] Alan Sokal-Jean Bricmont: Son Moda Saçmalar: Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları, Çev. Mehmet Baydur-Ongun Onaran, İletişim Yay., 2002, s.12
[11] John M. Ellis: Postmodernizme Hayır, Çev. Halide Aral Bakırer, Doruk Yay., 1997; s.22-s.54-s.97
[12] Terry Eagleton: Postmodernizmin Yanılsamaları, İngilizceden Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., 1999, s. 158
[13] Terry Eagleton: a.g.e., s.41
[14] Steven Connor: Post-Modernist Kültür: Çağdaş Olanın kuramlarına Bir Giriş, Çev. Doğan Şahiner, YKY, 2001, s.107; The Post-Modern Aura: The Ack of Fiction in an Aga of Infilation, Evanston, Northwestern University Press, 1985, s.17’den
[15] Steven Connor: a.g.e., s.107; Irwing Howe, The Decline of the New, New York, Harcourt; Brace and World, 1970; Arnold Toybee, A Study of History, Cilt IX, Londra, Oxford University Press, 1954’den)
[16] Steven Best-Douglas Kellner: Postmodern Teori (Eleştirel Soruşturmalar), İng. Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., 1998, s.51
[17] Krishan Kumar: Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma (Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları), Dost Kitabevi Yay., 1999, s.151
[18] Steven Best-Douglas Kellner: Postmodern Teori (Eleştirel Soruşturmalar), İng. Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., 1998, s. 28-29
[19] Ernest Gellner: Postmodernizm İslam ve Us, Türkçesi: Bülent Peker, Ümit Yay., 1994, s.66; P.Rabinov: J.Clifford ve G.E. Marcus, der., ‘Writing Culture: The Poetics and Politics of Etnography’ adlı derlemede, Berkeley, C.A., Univercity of California Press, 1986’dan
[20] Ernest Gellner:a.g.e., s.51
[21] Dilek Doltaş: Postmodernizm ve Eleştirisi (Tartışmalar-Uygulamalar), İnkılap Yay., 2003, s.104
[22] Necati Mert: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008, s.457
[23] Necati Mert: a.g.der., s.458; Tolga Kurt, ‘Much Ado About Nothing’, Steps, Haziran 1997, Sayı:9’dan
[24] Necati Mert: a.g.der., s.458
[25] Betül Çotuksöken: Felsefi Söylem Nedir? İnkılap Yay., 2000, S.15-17
[26] Tülin Bumin: Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, 4.Baskı, YKY., 2010, s.65-68
[27] Norbert Elias: Zaman Üzerine, Almancadan Çev. Veysel Atayman, Ayrıntı Yayınları, s.44
[28] Bekir Şakir Konyalı: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizmden Postmodernizme. HECE, Özel Sayı. 138/139/140, Temmuz-Ağustos 2008, s.373
[29] İsmail Hira: Modernite’den Postmodernite’ye Değişim: Editör: Coşkun Can Aktan, Çizgi Kitabevi Yay., 2003, s.239
[30] Sarphan Uzunoğlu: Küreselleşen dünyada yeni bir sınıf: Prekarya, Varlık Dergisi, Ocak 2018, s. 17
[31] Nilgün Tutal: Küreselleşen dünyada yeni bir sınıf: Prekarya, Varlık Dergisi, Ocak 2018, s.26
[32] Joseph Alois Schumpeter: Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Çev. Hasan İlhan, 4. Baskı, Alter Yay., 2021, s.72
[33] Zygmunt Bauman: Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, Habitus Yay., 2011, s.39-40
[34] Evren Balta: Birikim Der., Sayı: 357, Ocak 2019, s.31
[35] Ümit Kıvanç: Birikim Der., Sayı: 232-233, Ağustos-Eylül 2008, s.56-59