Not: Yazı düşündüğümden biraz daha uzun oldu. Fotoğrafları çıkarırsanız, 11 yazı büyüklüğüyle (font boyutu) yaklaşık 20 Word sayfası yapıyor. Bir kaç seferde okuyun derim. Bölüm bölüm okumanın zararı yok.
‐——————————————————————–
Olmuşken iyisi olsun, di mi? Böyle düşünmeyen var mı? EOS R5 beklemek varken neden “eski” 6D’yi alayım ki? 8K video çekmek varken neden hala 1080p ile yetineyim? Hele parasal olarak sorununuz yoksa ya da fotoğraf merakınız üst düzeydeyse, insanı böyle düşünceler esir alıyor. 15 yıl önce Venedik turu için 200$’lık bir kompakt makine almaya dükkana girip 1.100$’lık video kamera ile dükkandan çıkan ben de aynı durumdaydım (Ufak CDlere yazan bir Sony idi ve ben tüm Venedik video ve fotoğraflarını kaybettim!!!). Hala o “dürtüler” devam etse de şu anda az çok dizginleyebiliyorum efendim; şu anda en az bir politikacı kadar yalansız konuşuyorum hamdolsun…
Meseleyi soruya çevirelim: Neden çok para harcıyoruz? Soru kolay, yanıtı zor. Aslında yanıtı da kolay, ama yanıtı kabul etmesi zor. Yanıtın doğruluğunu kabul ettin diyelim, kabul etsen bile “ben böyle yapmıyorum” diyebilirsin. İnsan psikolojisi ilginç. “Ben değil başkaları böyle.”
Soruyu sormanın üç şekli var:
1- Neden çok para harcıyorsun?
2- Neden çok para harcıyoruz?
3- İnsanlar neden çok para harcar?
Bu 3 soru arasında sana düşündürdükleri açısından fark var.
3. soruda “başka insanlar” düşünüyorsun, bu yüzden biraz daha acımasız cevap vermek için şansın var. “İnsanlar aptal ya, hiç ceplerini düşünmüyorlar, hiç plan yapmıyorlar, baksana asgari ücretlinin elinde 10 milyarlık telefon, herkesin evinin önünde bir araba. Bu ne ya!!!”
1. soruda daha yumuşak ve akla uygun (rasyonel) cevaplar düşünürsün çünkü soruyu “sen” olarak sordum. “Sen” de çok harcıyor olabilirsin ama “sen”in sebeplerin ve geçerli bahanelerin var, değil mi? Halbuki “insanlar” deyince hemen kendini ayırıveriyorsun, insan değilmişsin gibi 🙂
2. soru ikisinin biraz karışımı. İçinde empati bile var: “Biz”. Soruyu soran bile kendini “insanlar”ın içine koyuyor.
1 TL’ye Çay
Birkaç sene önceye kadar 1 TL’ye, hatta 50 kuruşa bile çay bulunabiliyordu. Şimdi İstanbul’da bazı “kafe”lerde 25 TL bile olduğunu duyuyorum ama ben ortalama 2 TL diye kabul ettim.
Size bir soru: 2 TL mi daha değerli yoksa sabah kahvaltısında simitin yanındaki 2 TL’lik çay mı? Pek çoğunuz (ben dahil) 2 TL’nin cebimde durmasındansa simitin yanında çay olarak durmasını tercih edersiniz. Doğru ya, 2 TL ile ne yapabilirsin ki?
İşte bu son tümce, yani “2 TL ile ne yapabilirsin ki?” lafı ekonomik teorideki “Opportunity cost” terimini anlatıyor. Türkçesi “fırsat maliyeti” ya da “alternatif maliyet”. Anlamı kısaca şöyle: Bir mala ya da hizmete harcadığın para ile, hangi diğer mal veya hizmetleri alabilirdin? “Her seçiş bir vazgeçiştir” lafı bu terimin temeli. Bir şeyi seçiyorsan, başka bir şeyden vazgeçiyorsun demektir.
Fotoğraf ekipmanına uygularsak: Sony A7R Mark IV’e harcadığın 28.000 TL ile (2020 Haziran sonu itibariyle internette bulduğum fiyat) neler alabilirdin ve bu aldıkların sana Mark IV’ün üzerinde mi altında mı değer getirirdi? 28.000 TL ile yapabileceğin şeylerin bazıları şunlar:
– 6 ay ya da 1 yıl daha bekleyip Mark IV’ün fiyatının düşmesini beklersin ve fiyatı düşünce alırsın. Bu beklediğin zaman zarfında Mark IV sana ne kazandırırdı? Aradaki fiyat farkıyla neler yapabilirsin? Gerçi Türkiye’de 1 senede fiyatlar %50 artabiliyor (resmi enflasyon rakamlarının 5 katı).
– Mark IV’e verdiğin parayla hayalini kurduğun tatile gidebilirsin, ve 2.000 TL’lik bir makine ile tatil hatıralarını çekersin.
– 28.000 TL’ye daha uygun fiyatlı bir makine alıp 2-3 kaliteli objektif alabilirsin.
– Borsaya yatırım yapar, paranı arttırabilir ya da kaybedebilirsin. Aynı şekilde loto oynama ya da bankaya faize yatırmak da var (ya da “kâr payı” veren bankalara yatırırsın, çünkü bu faiz değil, di mi len?).
– Elinde bir fotoğraf makinen varsa o makineyi daha iyi kullanıp daha iyi fotoğraflar çekmeyi öğrenebilirsin. Mesele iyi bir fotoğrafçılık gezisine katılır veya kursuna gidebilirsin.
– Bağış yaparsın. Örneğin Darülazece’deki yaşlı ve çocuklara bağış yapar veya yaklaşık 30 hafta boyunca her haftasonu onlara hediye götürebilirsin.
Amacım iç gıcıklamak veya “vicdan yapmak” değil, ama bunların hepsi birer seçenek (daha fazlası da var elbet).
Seçenekler sınırsız, ve hepsinin ayrı ayrı getirisi ve götürüsü var. Eminim yazdıklarımın bazılarını düşünmediniz, ya da farklı fikirleriniz var. Aslında mesele de tam burada: Seçenekler sonsuz! Özellikle 28.000 TL bankadaki son paranız değilse!
Örneğin bankada 200.000$’ınız var ve uyuzun biri size “A7R Mark IV’e vereceğin parayla başka neler yapabilirsin?” diye soruyor Şöyle bir cevap verebilirsiniz: “Mark IV’ü bir alayım da, kalanı sonra düşünürüm.” Neden böyle bir cevap? Çünkü Mark IV’ten sonra bankada hala 195.500$ daha olacak! Yani rahatsın.
Peki bankada 30.000 TL’n varsa, ya da 28.500, ya da 15.000? İşte o zaman kafanda bir şeyler netleşmeye başlar (ve beyinde fosfat ihtiyacı belirir ).
Seçenekler sınırsız, ama…
Seçenekler sınırsız dedik. Ekonomik sistemler, para harcama mekanizmaları (kağıt para, çek, kredi kartı vs..), mevcut borçlar-alacaklar, evin masrafları, reklamlar, internet-TV tartışmaları, trafik, toplu taşıma, siyaset vs.. derken seçenekler sınırsız olsa da bu seçenekleri göremeyecek kadar “kör” hale geliyoruz. Ve insanlar “karmaşık” ya da “karışık” şeylerle karşılaşınca ne yapar? Elbette “kısayol” düşünür. “KISAYOL”.
Bu “kısayol” her zaman doğruya gitmek zorunda değil. Aslında buradaki “kısayol”un anlamı genelde “elimden/kafamdan çıksın da ne olursa olsun” şeklinde. Karışık geldiyse bir örnekle anlatayım:
TV almak istiyorsunuz. Benim yaptığım hatayı yapmamak için önceden araştırma yaptınız ve seçenekleri dörde indirdiniz: 55″ OLED TV 7.000 TL, 65″ OLED TV 10.000 TL, 55″ LED TV 6.000 TL ve 50″ QLED TV 6.000 TL.
65lik TV’nin boyutunu görünce hem odanız için çok büyük olacağına karar verdiniz hem de çamaşır makinesi için bütçe yaratmak istediniz. Bu yüzden 65″ elendi. Ne yaptık özetleyelim: 4 TV seçeneğiniz vardı, pahalı olanı elediniz ve elinizde şunlar kaldı:
1) 7.000 TL 55″ OLED TV
2) 6.000 TL 55″ LED TV
3) 6.000 TL 50″ QLED TV
Hareketli film sahnelerinde ve oyunlarda OLED ve QLED’in avantajını gördünüz, ayrıca siyahlar OLED ve QLED ile daha siyah. “1.000 TL ile bir şeyler yaparım, 50″ bana yeter” dediniz ve 50″ QLED almaya karar verdiniz. Nasıl? Mantıklı değil mi? 1.000TL ile neler yapılmaz ki? Seçenekler sonsuz.
Yalnız, satıcı çocuk biraz kıl çıktı ve size “abi bak sana 20 BluRay 007 James Bond serisi vereyim, yanında da 10 müzik CD’si ve 10 PS4 oyun seç, LED TV’yi de sana 6.500 TL’ye bırakayım” dedi. Haydaaaa… Son seçenekler şunlar:
1) 7.000 TL 55″ OLED TV (en ucuz seçimden 1.000 TL daha pahalı)
2) 6.500 TL 55″ LED TV + 20 BluRay + 10 müzik CD’si + 10 PS4 oyun
3) 6.000 TL 50″ QLED TV
Araştırmalar gösteriyor ki, müşterilerin çoğu ikinci seçeneği seçiyor! Neden? Cevap: KISAYOL! Biraz önce 1.000 TL ile neler yapacağına karar veremezken biri kalktı seni film ve oyunla sınırlandırdı (500 TL’ye sadece BluRay ve PS4 oyun alabileceksin, başka seçeneğin yok), buna rağmen sen mutlusun çünkü artık seçmek zorunda değilsin! 1.000 TL’nin içi boş, yani içini doldurmak zorundasın ama satıcı çocuk sana “gerçek” bir seçenek sundu. İnanmıyor musunuz? Daha biraz önce çayı 2 TL’ye tercih eden kimdi?
Çay = Gerçek bir seçenek.
2 TL= … Para, ama içi boş, anlamsız. 2 TL… ama ne?
Şimdi “2 TL ve 1.000 TL ya da çayla TV aynı şey mi ulen?” diye düşünenler için cevabım: Evet, aynı.
Her şey göreli
Göreli = İzafi. Türkçe’yi unutan yabancı dil hayranları için “relative” diyebiliriz.
2 TL = 1.000 TL demiştim. Aşağıdaki örneklere bakalım:
1) 5 TL > 20 TL. Bu da saçma, değil mi?
Flaşınız için 4lü kalem pil alıyorsunuz. Gittiğiniz dükkanda pil 20 TL. Ama siz 5 dakika mesafedeki dükkanda aynı pilin 10 TL’ye satıldığını biliyorsunuz. 5 dakika o dükkana yürüyüp ucuz pili alacaklar el kaldırsın? 5 dakikada 10 TL, iyi para.
Şimdi flaşlarınız bozuldu ve iki yeni flaş alacaksınız. Yeni Canon 600EX-RT II’nin Türkiye garantili fiyatı şu anda 4.200 TL civarı (2013’te 1.400-1.700 TL arasıymış). Bildiğiniz bir dükkana gittiniz ve fiyatı sordunuz: 8.450 TL. 15 dakika önce başka bir dükkanda 8.400 TL idi ama şimdi bulunduğunuz dükkanda satıcı 8.450’den aşağı inmiyor. 50 TL için diğerine gitmeye değer mi? Çoğu kişi için değmez. 20 TL’lik malda 10 TL %50 demek ki bir pil daha alırsın, 8.450 TL’lik malda 50 TL hiçbir şey değil (binde 5 civarı yapar).
2) 200.000 TL’lik bir araba alıyorsunuz. Satıcı 2.000 TL’ye boyayı mattan parlak renge çevirmeyi teklif etti. Anında kabul ettin. 2.000 TL bir şey mi? 200.000 TL veriyorsun arabaya.
Arabayı aldın, çıktın ayakkabı almaya gittin. 150 TL’ye bir ayakkabı aldın, satıcı “abi bu boya piyasadaki en iyi boya, ayakkabıyı jilet gibi yapar” dedi ve boyaya 50 TL istedi. 50TL mi? 150 TL’lik ayakkabıya 50 TL boya alınır mı?
Biraz önce şak diye 2.000 TL’yi veren adam 50TL için kavga mı ediyor? Peki 500 TL’lik ayakkabı alsaydın? Boya aynı boya, ama ayakkabının değeri arttıkça senin itiraz olasılığın azalır.
Şimdi, 50 TL mi büyük 2.000 TL mi?
3) Nikon Z7 ve 24-70mm f4 alıyorsun. Satıcı XQD kart, taşıma çantası ve LCD korumasını sadece 300 TL’ye önerdi. Normalde bunların toplamı 400 TL. Bunların hepsi sende zaten var ama Z7’ye verdiğin para 30.000 TL civarında, yani 300 TL hiçbir şey değil. 100 TL indirim de var, “ver gitsin” diyorsun.
Eve dönerken yolda markete uğradın, meyva reyonunda benzer görünümlü iki farklı elma var. Biri 4 TL diğeri 6 TL, arada 2 TL var. “Hangisini almalı” diye düşündüğün süre, 300 TL’yi harcamaya karar verdiğin süreden uzun mu kısa mı? 150 kilo elma alacaksın ki 300 TL’ye gelsin.
“Ama aynı şey değil” diyenlere cevabım: Aynı şey. 2 TL’nin göreceli değeri, 300 TL’den daha az değerli değil.
Çünkü kafa şu hesabı yapıyor: “30.000 TL’de 300 TL ne ki”, ya da “200.000 TL harcamışsın, 2.000 TL daha harca”, veya “20 TL için oraya gitmiyim, ha 8.450 TL ha 8.400 TL”.
Simite 25 kuruş zam gelince söyleniyorsunuz ama! Nankörler sizi!
Size özel bayram kredisi bankanızda! Sakın kaçırmayın!
Tabi lan, hep size özel zaten 🙂 Bir de “bayram kredisi” ne yahu?
Şöyle bir gerçekle başlayalım: Parayı nakit olarak harcamak, kredi kartıyla harcamaktan daha zor. Zor işte. Canon EOS R alırken cebinden para çıkarıp vermek mi seni üzer yoksa kartı verip “zzzt” diye para çekildiğinde mi? Ne kadar zengin olursan ol, cebinden para çıkarıp teker teker saymak adama “koyar”. Kart kolay, şifre gir gitsin. Hesaptan giden parayı fiziksel olarak görmüyorsun.
1) Filmli makineniz var. Her çektiğiniz filmi bastırdığınız ya da taratıp DVD’ye attırdığınız için (adam gibi tarayıcınız yok kabul edelim), her poz para. Yani her deklanşöre bastığınızda tak 50 kuruş (farazi söyledim).
– Aaa ne güzel kuş dur çekeyim: “Tak” 1 TL.
– Vay simitçi amca hemen asılayım deklanşöre iki kare alayım: “Tak” 2 TL.
Her çektiğin kare “masraf” olduğu için çektiğin kare sayısını sınırlarsın. Makinede sadece 36 kare olmasının da etkisi var ama en büyük etkenlerden biri her pozun parasal karşılığının olması.
Sayısal makinelerde böyle değil. O gün 5000 tane çek, eve gel beğendiklerini seç, beğenmediklerini sil, basmaya değer bulduklarını basıma gönder. Karanlık oda yok, kimyasallarla uğraşmak yok, banyo eden adamın insafına kalmak yok. “Kolay” yani.
Nereye geliyorum:
Film = Nakit ödeme
Sayısal makine = Kredi kartı
2.000 TL asgari ücreti olan adamın elinde 5.000 TL’lik telefon. Nasıl oluyor? Zzzt kredi kartı, 12 ay vade. Bugün EOS M5 almış birinin 6 ay içinde elinde ortalama 5000 kare poz oluyor. Neden? Çünkü “bedava”. Aslında bedava değil. Sudan ucuz filmli makineler var, ve çekimlerini sınırlarsan M5’e verdiğin parayı filmli bir makinede 5 yılda anca harcarsın ama çekerken “ooh bedava, asıl babam” türküsü… Eğer firmalar makineyi ucuza satıp çektiğin kare başına fatura gönderseydi 6 ayda kaç kare çekerdin?
2) Pizzacıya gittiniz, 2 arkadaş aile boyu pizza söylediniz. Çatlayana kadar yediniz ve ödediniz gittiniz. Herkes mutlu.
Şimdi aynı pizzacıya gittiniz, pizzacı “her yudum 20 kuruş” dedi. Aynı şekilde çatlayana kadar yer misiniz yoksa “rejimdeyim zaten” mi dersiniz?
Hangi durumda pizzayı daha mutlu yerdin?
3) Fotoğraf kursuna yazıldın. Üç ödeme şekli var: 2 ay önce, kurs başladığı gün ve kurstan iki ay sonra. Hangi ödeme şekli seni daha mutlu eder? Benim cevabım: 2 ay önce ya da 2 ay sonra ödediğim. Alacağın indirim bir tarafa, 2 ay önce ödediğin para artık sana görünmez, hatta unutmuş bile olabilirsin. Kursun ilk günü ya da kurs devam ederken “para” aklına pek gelmez. Ama kursun ilk günü biri gelip “hadi pamuk eller cebe” derse, o gün kursun bütün zevki kaçar.
4) Telefon ve internet faturalarını otomatik ödemeye bağladın. Otomatik ödeme için banka ekstra ücret alıyor ve internet ve telefon faturaların kullanımının çok üzerinde. Yani o kadar hızlı internete ve o kadar çok dakikaya ihtiyacın yok. Bir firma geldi ve “bilgisayarına ve telefonuna kuracağımız yazılımla kullanımını ekranda sürekli takip edebileceksin ve ay sonunda faturanı bankaya elden yatıracaksın, ama faturaların azalacak” dedi. Şimdi… Telefonda konuşurken ya da bilgisayarda gazete okurken faturanın sürekli arttığını görmek aylık faturanı %99 ihtimalle düşürecektir çünkü gözün sürekli o artan faturada olacak. Ama faturalar düşerken, internet ve telefon kullanırken aldığın zevk de düşecek! Hatta belki internette yapmak istediğin şeyleri yapmayacak, telefonda aramak istediğin kişileri aramayacaksın.
Buradan aslında şu sonuç çıkıyor: Ödemeni görmezsen rahatsın. Bu kadar basit. Kredi kartları, ön ya da geç ödemeler, otomatik ödemeler vs.. aslında kolaylık ama aynı zamanda tüketicilerin harcamalarını arttıran birer taktik.
Aynı miktar paranın farklı hissettirmesi
3.000 TL’ye mutfak dolabı yaptırdınız diyelim. Ertesi gün çocuğunuz dolabın kapağını kırdı. Çocuğu pataklayıp tanıdık bir ustayı çağırdınız, usta 400 TL’ye tamir etti. Şimdi dolap 3.400 TL’ye mi mal oldu?
Dolabın kapağı kırılmadı farzedelim. Takside 400 TL unuttunuz ve akşam farkettiniz. Şimdi dolap hala 3.000 TL’ye mal oldu ama cebinizden 2 günde gene 3.400 TL çıktı.
İki durumda da cepten 3.400 çıktı, ve elinizde bir dolap var. Sonuç aynı. Parayı kaybetsen de, dolap kapağı kırılsa de cebinden çıkan 3.400 TL. Ama sana hissettirdikleri farklı. 400 TL boşuna giden bir para gibi geliyor sana, ama çocuğun dolap kapağını kırması ve senin parayı kaybetmen sana farklı duygular hissettirecek.
Elma alırkenki durum gibi: Bir markette kilosu 6 TL olan elmayı başka markette 9’a alırsan üzülür, hatta “ne aptalım, gidip oradan alsaydım keşke” düye düşünürsün ama 6.000 TL’lik TV’ye 3 TL fazla verirsen üzülmezsin. Halbuki ikisi de 3 TL.
Para aynı para, ama hissettirdiği şeyler farklı. Para böyle bir şey zaten: Her şeye harcanabiliyor. 250 TL’ye yeni hafıza kartı da alabilirsin, Darülazece’yi ziyaret edip yardıma ihtiyacı olan bir çocuğu da sevindirebilirsin (veya doğrudan banka hesabına para aktarabilirsin). Farklı hissedeceğin kesin.
Aynı mal için farklı fiyatlandırma
Birkaç sene önce benzin fiyatları aşırı oynayınca havayolu şirketleri bilet fiyatlarına “yakıt ek ücreti” diye bir şey eklemeye başladı. Sözde bu ücret uçak yakıtındaki fiyat dalgalanlamalarını dengeleyecekti ama sonradan havayolu firmaları bu kalemle aşırı oynamaya başladı. Örneğin THY bu kalemi sık sık değişiyordu (hala değişiyor mu bilmiyorum). Verilen hizmet aynı halbuki…
Türkiye’deki elektrik ve su faturalarındaki “ek” ücretlendirmeleri hepiniz biliyorsunuz. Dağıtım ücreti, kaçak bilmenne ücreti, bilmemne vakfı için cukkalanacak para ücreti vs… Ve bu “ek” ücretler sürekli artıyor. Bu yüzden (ve tabii ki başka sebeplerde de) elektrik ve suyun fiyatı da sürekli artıyor. Su aynı, elektrik aynı, ek ücretler sürekli artıyor.
Fotoğraf konusuna gelirsek, bazı firmalar bazı firmalara fason makine ve lens ürettiriyor, bu artık bilinen bir gerçek. “Fason” üretim kötü bir şey değil, yanlış anlamayın ama şu artık suç:
İkisi %98 aynı makine, biri diğerinin neredeyse iki katına satıldı. Bunlar da benzer şekilde:
Bir diğer meşhur hikaye de Sony dünyasında. Bir ara Hasselblad Sony makineleri alıp allayıp pullayıp 5 katına satmaya çalıştı. Biraz sattı da aslında.
Ama aslında bunun röbteşambır (yazılışı böyleymiş hakikaten) giymiş hali:
Bilmemne yağı ile marine edilmiş bilmenne derisi ve bilmemne ormanlarından özenle kesilmiş ve elle özenle şekillendirilmiş bilmemne odunu ve en mükemmel sanatçıların ve tasarımcıların elinden çıkmış el yapımı muhteşem gövde…. Fiyat? 6.500$
Benzer durumları giysi ve ayakkabı sektöründe de görüyoruz aslında. Marka, “sen özelsin” hissi insanları aynı mala daha fazla (bazı durumlarda çok daha fazla) para vermeye ikna ediyor.
Marka olmasa bile malı alacağın yer de bu konuda etkili. Sahilde oturuyorsunuz, eşiniz dondurma istedi. Kafanızda önce nereden bulacağınız, sonra ne kadar vereceğiniz soruları uyanır. Peki size bir soru: Kafanızda oluşan “fiyat” sorusunun cevabı, dondurmayı alacağınız yere göre değişir mi değişmez mi?
1) Oturduğunuz yerin hemen arkasında 5 yıldızlı lüks bir otel var. Oraya gidip almak en uygun seçenek.
2) Oturduğunuz yerin arkasında 3 tane ufak bakkal var.
1. seçenekte kafanızda oluşan “fiyat”la ikinci sorudaki fiyat aynı mı olacak? Tabii ki otomatik olarak lüks oteldeki dondurmaya daha fazla vereceğinizi bileceksiniz. Yani kafandaki bütçe, malı alacağın yere göre şekillendi bile. Şimdi, bütçeni sen mi şekillendirmiş oldun?
“Leica” ya da “Hasselblad” ya da “Zeiss” ismini gördüğün anda beyninde “kalite” çanları çalmaya başlıyor. Leica kullanan efsane fotoğrafçılar aklına geliyor, titreşim olmasın diye Zeiss fabrikasının önündeki caddenin trafiğe kapandığı hikayesi aklına geliyor, 80MP’lik ve 10 binlerce $’lık orta format makineler aklına geliyor. Beş yıldızlı oteli görünce resepsiyon, hizmetçiler, temizlikçiler, altın kaplama musluklar vs.. aklına geliyor ve bir anda aynı dondurma için bakkala 2 TL vereceğine otele 5 TL vermeye razı oluyorsun.
Rolex saate verilen binlerce $’ın yüzde kaçı asıl maliyete, yüzde kaçı “Rolex” imajına gidiyor? Benzer kalitede 10’da bir fiyatına saatler satılırken…
Reklamlar
“İmaj”, “kalite”nin önüne geçti. “Rakamlar” artık sonuçta alacağın “değer”i gölgeliyor. Fotoğraf makinesi ya da objektif inceleme sitelerinde puanlar görüyorsunuz. Bir makine 50 puan alıyor, diğeri 70. Bir diğeri 85 puan alıyor. Sonra bu puanlar sıralanıyor, birinciler seçiliyor, altta kalanlara gülünüyor vs.. Ama bu rakamlar aslında malın gerçek “değer”ini gölgeliyor. Neden? Çünkü bir malın gerçek değeri senin ihtiyaçlarına göre belirlenir!!!
Birkaç sene önce dünyaca ünlü bir yazılım firmasından biri geldi, bize risk analizi programlarının ne kadar mükemmel muhteşem hiper über bir şey olduğunu anlattı. Kendi ürünü havada parendeler atarken diğerlerinin nasıl eksik kaldığını falan gösterdi. Sunumun 35. dakikasında amcaya şunu sordum: “Bu yazılım bizim firmaya ne katar? Sizin yazılımı alırsak bize sağlayacağı ek kazanç nedir?”
Size bir öneri: Eğer bir ürünü bir firmaya pazarlamak için gidiyorsanız, bu soruya hazırlıklı olmanız lazım. Bize yazılım değil, bir değer satıyorsun. Ben programdaki düğmeler ya da mükemmel raporlarla ilgilenmiyorum, benim işimi hangi şekillerde kolaylaştırabilir onu anlamak istiyorum. Ve bunları senin sunumundaki ipuçlarından yakalamak değil, açık açık görmek istiyorum.
Sunumu yapan amca bu soruya hazırlıklı olmadığı için yanıtlamakta zorlandı ve sonraki 3 hafta yazılımın bize neler katacağını anlamaya çalıştık çünkü ben planlama ve maliyet konularında standardı çok üstlerde tutuyorum. Yalan yok, gerçekten çok becerikli bir program ama dediğim gibi, bir program sadece “harika mükemmel” diye alınmaz, “bana neler getirecek neler katacak” diye düşünüp alman gerekli.
İşte bu yüzden bazı firmalar reklamlarını yanlış yapıyor. Üç tip reklam var:
1) Ürünü ön plana çıkaran
2) Ürünün size verdiklerini ve ürünü alırsanız size neler katacağını anlatan reklamlar
3) İkisini karıştıranlar
İlk reklam tipi en kötüsü. “Bizim alet bilmemneyi süper yapar, şu konuda da harikadır”. İyi de, bana ne? Belki bunlar benim işime yaramıyor ya da bana nasıl yarayacağını anlamıyorum? Bu tip reklamı en çok Pentax yapıyor. Pentax DSLR reklamlarında duştan yeni çıkmış aletler görürsünüz hep. Sanki duş süngeri reklamı.
İkinci tip reklamlar beni rahatsız ediyor. Sürekli pembe tablolarla gülümseyen insanların olduğu reklamlar beni itiyor. Ped reklamlarında bütün kadınlar gülümseyip voleybol oynuyor. Nerde len bu kadınlar? Var mı sizin tanıdığınız malum zamanlarında etrafa gülümserken beyaz şortuyla atlayıp zıplayan bir hatun kişi?
- Haftasonu voleybol oynuyoruz Pelin, gelir misin?
- Gelemem, adetli değilim. Ped takmadan oynayamıyorum ben.
Veya birçok reklamda salata yiyen ve gülümseyen mutlu kadınlar görüyoruz, ama reklamı yapılan ürün bambaşka. Bu tip reklamlar ürünü sizden gizleyip içinizde güzel duygular uyandırarak ürünü satmaya çalışıyor resmen: “Bizim ürünümüzü alırsan böyle mutlu olursun”.
Üçüncü tip reklam en iyisi, ama yapması kolay değil çünkü insanların ihtiyaçları farklı farklı. Hem aleti hem kullanıcıyı işin içine katacan, reklamı gören kişi “işte bu tam bana göre” diyecek. Bunlardan hangisi iyi:
Puanlamaya dönersek, kullanıcıların büyük çoğunluğu şu hatayı yapıyor:
– A markası 75 puan almış, B 77 puan almış. Demek ki B daha iyi.
– MTF değerlerine bak aşmış bu alet, diğerinden daha iyi.
– Bak forumlarda buna çok iyi diyorlar demek ki en iyisi bu.
– Abi altın seçim puanı almış. İşte benim makinem bu!
Tek bir puana, grafiğe ya da forumlarda yazılanlara bakıp karar verip 6-7 bin TL’lik alışveriş yapmak ilginç. Hayatı boyunca tek makine (hadi iki olsun) kullanmış birisinin sadece bu puanlara bakıp forumlarda çok puan almış markayı savunması iyice garip.
DxO Mark sitesi bir süredir fotoğraf makinesi ve lens puanlaması yapmıyor (eski puanlamalar hala sitede tabi). Bu sitenin detaylı analizleri var ve aslında faydalı bir site ama toplam puanlama sistemi o kadar saçma sapan ki, o puana kesinlikle güvenmeyin. Hem lenslerde hem algılayıcılarda, o puana kesinlikle bakmayın. Detaylı analizlere girip onlara bakabilirsiniz ama “toplam puan”ı bence DxO sitesi uzun süre bir “silah” olarak kullandı. Hangi firmalardan destek aldıklarını hiç açıklamadılar diye hatırlıyorum.
Başka bir örnek: Sigma DG 35mm f1.4 HSM Art. Bu lens Sigma devriminin ilk lensi oldu bence. “Art” serisi bu lensle doğdu. O güne kadar Sigma Tamron Tokina (birkaç istisna haricinde) ortalama performansta lensler yapıyordu. Bu Sigma lens optik olarak Canikon performansını çok daha düşük fiyata sundu, hatta bazı durumlarda Canikon’un önüne bile geçti. Ve birçok inceleme sitesi (haklı veya haksız) bu lensi göklere çıkardı.
Mesele şu: Bu lens bazı DSLRlarda ortalamanın üzerinde odak hatası yapıyor ve toz/nem geçirmezlik yok. Bu iki etken bile bazı kullanıcılar için lensten uzak durmaya sebep, ama sadece ve sadece “toplam” puanlara bakarsanız başka lense bakmayın, hemen bunu alın. Halbuki yapılması gereken şey gerçek incelemeleri okumak, okumak, okumak… Okuyacaksınız ki anlayacaksınız.
Sahiplik etkisi: Benim olan en güzeli
Türkçe’sini bilemiyorum, “Endowment Effect” denen bir terim var. Endowment “bağış” anlamına geliyor ama tam teknik çevirisi bu şekilde olmayabilir. Ben “Sahiplik Etkisi” dedim.
Bu teoriye göre, insanlar sahip oldukları şeyi piyasa değerinin üzerinde görürler. Aynı malı başkasından alacaksan daha az değerli görürsün. İkinci el satışlarında bunu görürsünüz. Elindeki mal diğerlerininkinden her zaman daha değerlidir, bu yüzden indirim isteyene canavar gözüyle bakarsın.
Bir araba firması bir bölgede satıcılara her satıştan sonra verdiği komisyonları 6 aylık peşin vermeye karar veriyor. 6 ay sonunda satamadığı arabaların komisyonlarını geri almak üzere. 6 ay sonunda bakıyor ki o bölgede araba satışları %15 artmış. Aynı taktiği sonraki 6 ay başka bir bölgede deniyor, orada satışlar %12 artıyor. Sebep? İnsanlar peşin kazandıkları parayı bırakmak istemiyorlar. Çünkü para zaten “elinde”, firma parayı geri alırsa onu “kaybetmiş” sayacaksın kendini. Halbuki teknik olarak kaybetmiyorsun ama elindeki parayı sahipleniyorsun.
Bu örnek aynen bir ders içeriğinden: Üniversite basketbol takımının maçı var. Sezon sonu gelmiş ve takım iyi durumda olduğu için biletleri bulmak zor. Öğrenciler günler öncesinden bilet alabilmek için stadın etrafında kamp kuruyor. Biletler satılacağı zaman, herkese bilet olmadığı için, çekiliş yapılıyor. Bilet fiyatı 50 Dolar. Bir kısım öğrenci bilet alıyor, diğerlerine bilet düşmüyor. Bilet alabilenleri arıyorlar ve biletleri ne kadar satabileceklerini soruyorlar. Biletleri alamayanlara da bilet için ne kadar harcayabilecekleri soruluyor. Elinde bilet olanlar bilete ortalama 2.000 $ isterken, bilet olmayanlar en fazla 100 $ verebileceklerini söylüyorlar. Elinde bilet olanlar bu maç için “hayatımın en önemli maçı, torunlarıma bile anlatırım ben bu maçı” gibi sebepler sayarken bilet olmayanlar “gider arkadaşlarımla bira içerim” diyorlar. Halbuki çekilişten önce iki grup da aynıydı, şimdi aralarındaki tek fark birinde bilet olması diğerinde olmaması.
En iyi en zevkli en heyecanlı, arkadaşlığın en zirvede olduğu şantiye hep bir önceki şantiye oluyor. Kesin, denenip onaylanmıştır. Her zaman bir önceki şantiye en nefisidir, şimdiki şantiye eski havayı vermez hiç, taa ki sonrakine gidene kadar… Hep alışmanın verdiği bir şey.
Kosova’da çalışırken Norveç’e giderken bile bir miktar üzülmüştük. Neden? Hep alışkanlıktan. Elindeki her zaman daha değerli, değişiklik veya “diğerinin malı” hep korkutucu ve yabancı.
Fotoğraf ekipmanında da durum benzer. Elinde ne varsa diğerleri kakadır. Fujifilm’in varsa Fuji’nin renkleri mükemmeldir, başkasını kullanamazsın. Sony varsa Sony zaten mükemmel ve diğerleri hep eski teknoloji satıyor. Pentax’ın varsa… konuşmaya bile gerek yok, insan neden başka markaya bakar ki? Leica’n varsa konuşmazsın bile, sadece makinendeki kırmızı “L”yi göstermen yeter… Sendeki her zaman daha değerli.
Gördüğünüz gibi her markanın kendine göre sahipleniş biçimi var. Hele aldığın alet çok farklı pahalı bir şeyse, ondan iyisi yok. Leica etkisi böyle bir şey, Fuji X etkisi de böyle, hatta tüm tam kare gövdeler böyle bir etki yaratıyor (mesela: “Ufacık algılayıcılarla nasıl fotoğraf çekiyorlar anlamıyorum şekerim”). Bunlara sahip olursan o kadar sahiplenirsin ki eşin “evlendiğinde böyle değildin çok değiştin” bile diyebilir (gerçi ne yaparsan yap o lafı yersin ama olsun 🙂 ).
– Leica abi bu, konuşmaya gerek var mı? Var mı böyle alet? Elde özenle yapılmış, süper hiper mükemmel. Hele o 35mm ve 50mm yok mu…
– İyi de sadece aynada kendini, kedini ve çocuklarını çekmişsin?
– Olsun hatıra onlar olunca en iyisi olsun.
Bu işin şakası tabi, Leica kullananlar bozulmasın. Leica farkı ile mükemmel fotoğraf çekenler de var. Var yani. Vallahi var, ben gördüm 1-2 kere.
Belki de bu yüzden elimde çok uzun süre ekipman tutmamaya çalışıyorum, olur da fazla alışırım ve diğer güzelliklere kalbimi kaparım diye.
Kararlarınızı siz mi veriyorsunuz?
Size bir soru, ama delikanlı gibi cevap verin: Turistsiniz, öğle yemeği için kafelerin olduğu bir sokağa gittiniz. Sokağın iki tarafında iki kafe var ve ikisi de boş! Neye göre karar verip seçim yaparsınız? Şimdi de şunu düşünün: Kafelerden birinde 5 müşteri var diğeri boş. Şimdi hangisini seçersiniz? Genelde dolu olanı seçersiniz (hıncahınç dolu değil, ama sonuçta müşteri var). Şimdi seçiminizi siz mi yaptınız? Ya o müşteriler restoran sahibinin arkadaşıysa? Farkında olmadan birileri sizi yönlendirdi bile.
Bu araştırmalar yıllardır yapılıyor ve uygulanıyor. Eskiden sadece firmalar uygulardı, şimdi devletler ve özel servisler de bu taktikleri halklara uyguluyor. Hitler’in has adamı Gobbels’in meşhur “Büyük Yalan” teorisi bu taktiklerin en meşhurlarından. Teorinin temeli şu: Bütün devlet (kurumlar, bakanlar, başbakan vs..) ve medya günlerce aylarca aynı büyük yalanı söylerse insanlar inanır. Yalan ne kadar büyükse inanması o kadar kolay olur. Bütün medya aynı şeyi yazıyor ve gösteriyorsa, bir süre sonra inanıp “ben de onlardan olmalıyım” demeye başlıyorsunuz. İnsan doğası böyle. “Herkes böyle yapıyor, herkes onlara oy veriyor, herkes böyle düşünüyormuş baksana, herkes…”. Zokayı yuttun bile…
Satın alma kararlarımız da, seçimlerde kime oy vereceğimiz de, hatta kiminle evleneceğimiz bile bizden çok çevresel faktörlere bağlı. Hangi içeceği alacağımız, hangi arabayı kullanmamız gerektiği, ne tip bir fotoğraf makinesi almamız gerektiği, kime oy vermemiz gerektiği vs.. gibi şeyler biryerlerde planlanıyor ve bize empoze ediliyor. %100 kendi kararını vermen imkansız değil ama günümüz dünyasında zor. Çevreden etkilenmeyi azaltmak için yapmamız gereken en güzel şey olabildiğince çok okumak, ve farklı fikirlere kafamızı açmak diye düşünüyorum.
Her şey para değil kardeşim!
Haklısınız (ya da haklıyım), her şey para değil veya para her şey değil ya da değil her şey para. İnsanı satın almaya (ya da herhangi bir şeyi yapmaya) motive eden başka faktörler de var. “Motivasyon”u şöyle tanımlayalım:
MOTİVASYON = GURUR + PARA + SAHİPLENME + ZORLUK + DÜNYAYA KATKIDA BULUNMA DUYGUSU + ARKADAŞLIK + AMAÇ + ANLAM + İTİBAR + DİNİ VE MİLLİ DUYGULAR
Paranın yetip yetmeme durumu da göreceli aslında. Mesela bir çalışma bakanı 2 hafta arayla önce “asgari ücret yeterli” sonra “geçinmek için asgari ücret yeter” demişti. İki haftada asgari ücret “yeterli”den “yetmiyor”a dönebiliyor. Yani maaşınız yetmiyorsa umudunuzu kaybetmeyin, 2 hafta sonra aniden yetebilir.
Para, satın almayı etkileyen tek kıstas değil. Paralı bir asker, vatan sevgisiyle hareket eden bir askere göre daha az motivasyonla savaşacaktır. Sırf çalıştığı iş yerinde arkadaş ortamı iyi ve çalışma koşulları rahat diye daha yüksek ücret öneren firmaya gitmeyen arkadaşım var. Fotoğraftan para kazanıyorsanız ekipman alımını etkileyenler sırasında para ikinci, üçüncü sıralara inebiliyor. Güvenilirlik, performans, garanti, servis gibi konular ön plana çıkmaya başlıyor.
DEĞER ve ANLAM, aslında en büyük motivasyon öğeleri. Bunu kanıtlayan 10larca deney var, burada ispatlamaya ihtiyacım yok. Bu yüzden Leica kendi ürünlerinin “değer”ini ve “Leica” markasının neleri çağrıştırması gerektiği üzerinde reklamlar yapıp duruyor, insanlara bunu anlatıyor. “Leica sadece bir makine değil” ya da “Leica aslında bir yaşam tarzı” lafını 100 kere farklı insanlardan duyarsanız artık siz de böyle düşünürsünüz. Belki gerçek de budur, bilemiyorum. Yani dükkandan kendi paranla alıp boynuna astığın bir aletin seni ve yaşam tarzını tanımladığını düşünüyor olabilirsin, normal karşılarım.
SONUÇ
Mark Twain’in çok sevdiğim bir lafı var (böylece Mark Twain okuduğumu, ne kadar aydın ve bilgili biri olduğum falan mesajını da veriyorum): “Hayatınızın en önemli iki günü doğduğunuz ve ve bunun nedenini anladığınız günlerdir”. “Niye burdayım lan ben?” sorusunun yanıtını bulabilen şanslı ve nadir insanlardansanız, ne güzel size. Ben henüz bulamadığım için buralarda yazıyorum 🙂
Para harcamak bir sorumluluk. Tek de olsanız, bir aileye bakma sorumluluğunuz da olsa, para harcamak gerçek bir sorumluluk. Kılı kırk yarın demiyorum ama ufaktan plan yapın, biraz hesap yapmayı deneyin, “buna ihtiyacım var mı hakikaten?” diye düşünün. Çevresel etkenlerin her zaman olduğunu unutmayın, “inceleme” sitelerine her zaman kuşkuyla yaklaşın, ve ne yaparsanız yapın Leica alın!
Siz ne düşünüyorsunuz? Para harcamak, çevresel etkiler, paranın görsel değeri? Yukarıdaki örneklerden aklınıza yatmayan bir şey var mı? Veya eklemek istediğiniz konular/örnekler var mı? Aşağıya yorumlara yazın, karşılıklı konuşalım.
Veee yine klasik bir Ertan Öztürk yazısı!
Tamam yazı uzun. Da, insan “Dur burdan sonrasını sonra okurum” deyip bırakamıyor. Bir bakmışsın sonuna kadar gelmişsin.
Kalemine ve emeklerine sağlık sevgili Ertan.
Selamlar sevgiler.
Gene detaylı, bilgilendirici ve eğlenceli bir yazı.
Para harcarken hep bunlar aklıma gelecek şimdi.
Bir şantiyeciden diğerine selamlar 🙂
Artık pek şantiye tozu yutmuyorum ama özlemiyor da değilim 🙂
Ertan bey, öncelikle hoş geldiniz demek istiyorum. Olmuşken en iyisi olsun diye başlayıp, yazmışken en uzununu yazayım dediniz galiba. Ama okumaya başlayınca bırakın ara vermeyi, bir baktım ki çabucak sonuna gelivermişim. Keyif ile okudum. Ellerinize sağlık.
Gerçi bir bankacı olarak bazı kısımlarda fikir çatışması yaşadım ama olsun. Herkesin fikrine saygı duyuyoruz tabiki. Bu arada faiz oranlarımız son derece uygun, bi konut kredisi düşünür müyüz? Ev almanın tam zamanı, yeni yazılarınızı yeni evinizde daha rahat ve konfor içerisinde yazmak istemez misiniz? 😀 😀 😀
Bir fıkra anlatmak istiyorum müsadenizle: Yaşlı ve tecrübeli bir borsacı ile, genç ve çömez bir borsacı parkta yürüyüş yaparlarken, yaşlı olan mesleği ile ilgili tecrübelerini genç olanla paylaşıyor, tüyolar veriyormuş. Önlerine bir köpek pisliği çıktığında, “bak” demiş, “bu sıradan bir pislik, ama bundan bir miktar ağzına sürmen karşılığında sana 100 lira vereceğimi söylersem senin için bir fırsata dönüşebilir”. Genç olan söyleneni yapmış, 100 lirayı alıp cebine koymuş ve yürümeye devam etmişler. Bir müddet yürüdükten sonra önlerine bir köpek pisliği daha çıkınca genç olan yaşlı olana sormuş, “üstadım” demiş, “böyle bir durumda aynı teklifi ben size yapsaydım, siz kabul eder miydiniz?” Yaşlı olan köpek pisliğinden bir miktar ağzına atıp, 100 lirasını geri almış. Genç olan sormuş, “iyide üstadım, biz bundan ne anladık, siz bir şey kaybetmediniz, ben bir şey kazanmadım. Üstüne üstlük ikimizinde ağzında b*k tadı kaldı”. Yaşlı olan şöyle bir bakmış, “olsun” demiş, “200 liralık işlem hacmi yarattık”
Şimdi, kimin ne haz aldığı, kimin ağzında ne tadı kaldığını bilemem ama bir şekilde “sınırsız ihtiyaçlarımızı sınırlı kaynaklarımızla” karşılamaya devam edeceğiz. Bu noktada biz bankacılar siz değerli yazar ve takipçilerimizi Şubelerimize bekliyoruz. 😀
Sebahattin bey, düşündüm de, siteye birde sanal banka Şubesi mi açsak 😀
Yeni yazılarınızda görüşmek üzere, selam ve saygılarımla…
Şu kredi işini konuşalım ayrıca 🙂
Şaka bir yana, Türkiye’deki kredi faizleri deli yüksek geliyor bana. Norveç’te 20 yıl vadeli ev kredisi alırsam bugünkü değerle 20 sene sonunda %22 faiz ödüyorum (faiz değişmezse tabi). Türkiye’de 20 yıl vadeli ev kredisi almanın zaten neredeyse imkanı yok da (1 yıl sonrayı tahmin edene ekonomi Oskar’ı vermeleri lazım), verenlerin hesaplarına bakıyorum, %200 civarı faiz çıkıyor (20 sene sonunda).
Bakın bu iyi bir fikir Öner bey!
Birgün gelir de buradaki dostlarımız fotoğraftan sıkılırlarsa cepte bulunsun sanal şube fikri 🙂
Bu yazıdan çıkardığım dersi bir Nasreddin hoca sözüyle bitireyim:
“İnsan cebinde para olunca bir başka konuşuyor be!”
Selamlar, sevgiler.
Merhabalar Ertan Bey, Arthenos’a hoşgeldiniz,
Yazınız uzun gibi görünmekle birlikte aslında akıcı diliniz sayesinde Sebahattin Bey’in dediği gibi bir solukta okunuyor.
“Yanılsama ve Gerçeklik” uzun zamandır (20 seneyi aşkın) kütüphanemde tuttuğum ve akıllları erdiğinde çoçuklarıma okutmak istediğim bir kitap, ilkel kabilelerden modern zamanlara “yanılsamanın” zamanla nasıl “gerçeklik” haline geldiğini sanat , bilim ve edebiyat örnekleri ile anlatıyor.
Yazınızda anlattığınız “karar anları” bana yirmi sene kadar önce okuduğum kitabımı hatırlattı, modern zamanlarda seçeneklerimiz oldukça bol ama kararlarımız her zaman yönlendirilmiş kararlar ve bizi mutlu eden ve “tamamlayan” kararların büyük çoğunluğu aslında yanılsama ile aldığımız kararlar, “gerçeklik” belli bir bilinçte değilseniz sizi her zaman mutlu etmeyebiliyor ve “yanılsama” o noktada bir çok gereksizce pahalı seçenek sunuyor… Geçen sene bir lansmanda sahne kurarken Jaguar i-pace otomobilin içinde bir gece boyunca zaman geçirdik ve yazınızda anlattığınız karar anları sohbetlerini yaptığımızı hatırlıyorum, arabamdan memnun da olsam şeytan “yanılsama” için her zaman için bir omzumuzda hazır 🙂
Masanın diğer ucunda olanların marka oluşturmak adına gerçekten takdire şayan yoğun çalışmaları var ve genel olarak aslında işlerinizi yapıyorlar diyebiliriz.
Yanılsama ve gerçeklik konusunda bilinçlenmek ve karar anlarımızı yanılsamadan arındırıp gerçekçi kararlar almak bizim sorumluluğumuzda, kendi gerçekliğimizle mutlu olabileceğimizi ve iyi fotoğraf çekmek için Leica’nın “olmazsa olmaz” olmadığını aslında hepimiz biliyoruz…
“Beyin ağrıtan” yazılarınızla sizi okumak güzel, tekrar hoşgeldiniz.
sevgiler.
I-Pace güzel alet 🙂
Norveç’te de benzer şeyler oluyor. Önce bir Tesla rüzgarı esti. Tesla = Prestij. Herkes 100D veya X aldı, 85D alana bile küçümseyen gözlerle baktılar. Sonra Audi E-Tron gelince haydi herkes ona saldırdı. Bu aralar da I-Pace popüler, paran varsa I-Pace alacaksın 🙂
işler açıkken her hafta bu tür makinelere sahne kurduğum için inceleme fırsatım oluyor ama sabah sahne bitince kendi Kia Soul’uma binip gaye su akyol’dan “yakarsa dünyayı garipler yakar” dinleyerek evin yolunu buluyorum.
bu arada “incelediklerim arasında” yerli ve milli otomobilimiz de var, sabırsızlıkla üretimini bekliyorum, I-pace yakın bir fiyat olursa hiç şaşırmıyacağım, ki piyasaya çıktığında “gerçeklik ve yanılsama” konusunda iyi bir örnek oluşturacak….
Yazdıklarınızın çoğuna katılıyorum
Geçen sene bu zamanlarda bende Sigma 1.4 art almaya niyetlenmiştim. internet te yazılanları gördüğümde vaz geçtim. sonra canon da kullanan bir arkadaşım çok memnun olduğunu öğrendim. dediğiniz gibi şans işi bu galiba
elinize sağlık çok iyi yazı
tebrikler
Merhabalar elinize emeğinize sağlık , fotograftan yaşam felsefesine uzanan özet bi yazı olmuş, reklam ve pazarlama okuyan arkadaşlar , psikoloji’de dahil duyduklarım ve aklıma yatanlar ifade ettiğiniz gibi , çevresel faktörler , ne derler , desinler , hey bak benim bisiklet kaskım Almanya’dan “bisiklet turlarında sohbet konusu” halbuki ne gereği var.
Bütçe ve ihtiyaca göre hareket etmeyip zor duruma düşüyoruz.
Ertan bey hayırlı olsun.İki üstadı birarada görmek ballı kaymak gibi oldu.Çokta sağlam bir giriş yaptınız.Yazıyıda her zamanki gibi zevkle okudum.Çoğu yazınızda olduğu gibi bu yazıyı da ara ara tekrar okuyacağım.
Sigma 35mm F1.4 DGV HSM Art objektif hakkında birkaç şey:
– Öncelikle objektifi salt aldığı puanlara bakarak almadım çok inceledim
– Nikon D850 kameramda milim odak hatası yaptığını görmedim
– Back-Front Focus problemi hiç yaşamadım, hep tam 12’den vuruyor
– En çok sevdiğim objektif, bokeh ve kontrastına bayılıyorum
– Her ekipmanım gibi bu lensi de yurtdışından aldım
– Yazdıkların hakkında ben de çok şeyler duydum ve okudum
Sanırım şanslı kullanıcılardanım.
Abi o lens Canonlarda biraz daha sorunlu galiba.
Şu da var ama: Sigma ilk 3-4 seriden sonra sorunları yavaş yavaş çözdü diyenler var. Bazı firmalar böyle iyileştirmeler yapıyor. Mesela Cankn 1D Mark III ilk çıktığında odak takibinde sıkıntı var diyorlardı bazıları. Ben 2 kopya kullandım, hem odak takibinde hem odak doğruluğunda sorunsuzdu.
Günaydın Arthenos ekibi ve hoş geldiniz Ertan bey
Yazınızı ilk kez okuyorum. Arthenos standartlarında bir yazı tarzınız var hiç yabancılık çekmedim. Uzun ama keyifli. Sabah poğaça kahve eşliğinde güzel gidiyor, tavsiye ederim 🙂
Ne zamandır evden çalışıyorduk, bugünden itibaren artık ofisteyiz. Sabah keyfine kaldığımız yerden devammmm
Sevgiler
Poğaça ne kadar?
Kahveden ucuz, çaydan pahalı 🙂
“Arthenos standartlarında”
Biz uzun süredir Sebahattin hocayla internet üzerinden yazışıyoruz zaten. Kafalar uyuşuyor, fikirler benzer, kalite anlayışı benzer olunca standartlar da benzer oluyor 🙂 Halkboyleistiyor.com’daki yazıları alıp Arthenos’a, Arthenos’takileri alıp Halkboyleistiyor.com’a koyun, farkı anlamak zor olacaktır.
ertan bey merhaba..sizi sitenizden takip ediyordum burda gormek cok iyi oldu…yaziniz her zaman ki gibi sahane. herkeze basarilar
Teşekkürler, akıcı hoş sohbet ve faydalı nasihatlar.
Acizane üstada danışmak istiyorum.
Fotoğrafa meraklıyım. Orta derecede deneyimliyim.
1..En 40 mp üzeri bir makina isterim.
2…25000 tl harcama bütçem var. ( buna tek bir lens dahil)
3…tabiatseverim ve tabiat manzara fotoğraflarına ilgim daha fazla.
Aklıma ilk etapta gelen bunlar. Ancak bana yardımcı olmak konusunda sizin sorularınız varsa soeun lütfen..
Bana hangi makina ve lensi önerirsiniz.
Hayırlı günleriniz olsun..
Yazının başlarında, izafi sözcüğünün Türkçe karşılığı olarak, göreli, yazmışsınız, doğrusu, göreceli olacak.
Ama yazının sonlarına doğru ise “göreceli”yi kullanmışsınız ki doğru olan da budur.
Yazının içeriği, tüketmeye yönderilmekten nasıl korunacağımızı çok iyi anlatıyor.
Benim oğlum, daha dokuz yaşında iken gittiğimiz bir market alışverişinde, kasada sıra beklerken, insanları gözlemleyip, “Baba, bu insanlar kredi kartı yerine nakit ödeme yapsalardı daha az para harcarlardı, çünkü o zaman verdikleri para gözlerine çok görünürdü” demişti.
Bu oğlum, hâlâ gerek olmadıkça hiçbir şey satın almaz .
TDK’de göreli = göreceli diyor. Onun yalancısıyım ben de 🙂
Oğlan akıllı. İnşallah okulda bozulmaz (okulların dehaları alıp aptala dönüştürme yetenekleri var).
Bütün bankalar “nakit para yasaklansın” diyor sürekli. Pratik kolaylıkları var evet, ama kart veya telefon ile para harcamanın kolaylaşması da bu isteğin ilk 3 sebebi arasında.
“İmaj”, “kalite”nin önüne geçti.
Yerinde bir analiz, toplum mühendisliği neyi seçmemiz ve paramızı nereye harcamamız konusunda bizi programlıyor.
Ve kurtuluş için en iyi seçenek ise “buna ihtiyacım var mı hakikaten?” Diye düşünmek…
Etkileyici bir yazı, aramıza hoş geldiniz…
Aslında bütün bunların farkında olsak da hayatın akışı içerisinde çok da dikkat etmediğimiz, aman olsun diyerek es geçtiğimiz durumlar mevcut.
Yazınızı okuyunca hayatımdaki “olsun” kısmını tekrar sorguladım ve bazılarının gerekli olmadığına karar verdim.
Emeğinize sağlık…
Hayatımızda farkında olmadan birçok fazlalık taşıyoruz. Hem mal, hem insan anlamında. Sosyal medya, TV ve çevremizdekilerden izole bir şekilde 1 saat oturup düşünürsek bunların çoğunu görebiliriz aslında.
Ban haftada bir bu şekilde yarım saat kendi kendime oturup “neler yapmam gerek” diye düşünüyorum çünkü farkettim ki günün temposu içinde bunları düşünmeye fırsat kalmıyor. Yalnız bunu yaparken not da almak önemli.
Güzel ve akıcı bir yazı olmuş , okurken ciddi keyif aldım. Emeğinize sağlık.
Bahsettiğiniz konuların bir kısım örneklerini William Poundstone’un Priceless(Fiyatlandırma sanatı Türkçe çevirisi) kitabında okurken hayret etmiştim. Mesleğim satış üzerine olduğu için bir çok şeye dikkat ettiğimi zannederken , aslında bir çok şeyi de ıskaladığımı görmüş oldum.
Daha da pahalı makine almam 🙂
Sen almazsan, ben almazsam, biz almazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?