Geçtiğimiz hafta sonu, yakın bir arkadaşımı ziyaret etmek için eşimle birlikte günübirlik bir seyahate karar verdik. Arkadaşım ne zamandır bu ziyaretimiz için bana baskı yapıyordu. Ziyaret edeceğimiz yer, benim gibi tutkulu bir fotoğraf gönüllüsü olan çok yakın arkadaşım Cengiz’in birkaç yıl önce satın alıp, kendi zevklerine göre yeniden inşa ettirdiği şehir dışındaki çiftliğiydi. Cengiz ile dostluğumuz çok çok uzun yıllara dayanıyor.
Yaklaşık iki saatlik bir sürüşten sonra, navigasyon teknolojisinin nimetlerini sonuna kadar kullanarak, varacağımız noktayı elimizle koymuş gibi bulduk! Çok güzel bir doğa içerisinde, her şeyi en ince detayına kadar düşünülerek tasarlandığı her halinden belli olan çok güzel ama mütevazi bir ortama adım atmıştık.
Hani, “İNSAN BURADA YAŞLANMAZ” dedirten cinsten bir ortam.
Cengiz’i yıllardır tanıyorum; sıfırdan, tırnaklarıyla kazıyarak kurduğu şirketini çok iyi bir seviyeye taşımıştı. Geleneklerine bağlıdır, geldiği yeri ve geçmişini asla unutmaz ve benim için en önemlisi; vefalıdır. Belki de bu gibi ortak noktalarımız yüzünden bu kadar uzun süredir dost kalabilmeyi başarabildik, kim bilir!
Cengiz’in eşinin misafir yakınları ile de tanışıp bir süre sohbet ettikten sonra, bizi açık havada muhteşem bir doğa manzarası eşliğinde bekleyen mükellef denen cinsten bir kahvaltı sofrasına davet edildik. Ortamdaki herkes yeterince neşeliyken Cengiz’in o alışılagelmişin dışındaki durgunluğu gözümden kaçmamıştı. Kahvaltının bitimine doğru Cengiz, “Sebahattin, gel sana etrafı gezdireyim” diyerek beni ortamdan aldı ve oğlu için yaptığı ağaç evini, kendisi için tamamen ahşap malzemeyle yaptırdığı stüdyosunu gezdirirken anlatmaya başladı:
“Hatırla, seninle ilk fotoğrafa başladığımız zaman aldığımız ilk kamera için ne kadar uzun beklemiştik para biriktirmek için. Biliyor musun, o kamera ile çektiğim fotoğraflardan aldığım zevki şimdilerde alamıyorum. Oysa, üç tane ayrı gövde kullanıyorum, bak dikkat et ‘gövde’ diyorum! Biliyorum sen Türkçesi varken ‘body’ denmesine fena kızıyorsun (burada gülüşüyoruz). Her yeni çıkan gövdeyi alıyorum, lenslerimin sayısını bazen unutuyorum.“
Kendi elleriyle ektiği domates, biber, salatalık, kabak gibi sebzelerden oluşan bahçesini anlatarak dolaşmaya devam ettik. Uzunca bir turun ardından, çok güzel ormanlık bir yamaca bakan havuzun önünde oturduk.
Ben, “İşler nasıl Cengiz, pandemi sizi de çok etkiledi mi?” diyerek bir girizgah yaptım. Cengiz derin bir iç çekişten sonra anlatmaya başladı:
“Şirketimi nasıl kurduğumu, geçirdiğim evreleri ve bunlar için nelere katlandığımı, ne badireler atlattığımı en yakınımdan biliyorsun. Şükür ki, pandemi süreci bizi neredeyse hiç etkilemedi, kendi tasarımımız makinelerin neredeyse tamamını ihraç ediyoruz. Pandemi süreci bize ek bazı fırsatlar da sundu aslında.”
Gözlerini karşı yamaca doğru dikti ve birkaç saniye düşündü.
“Evet, şirketim büyüyor. Seninle kardeş gibiyiz, yalan söylemeyeceğim; ben bundan çok korkuyorum artık!“
Şaşırmıştım. Başarılı bir iş adamı, kendi tırnaklarıyla yeşertip buralara getirdiği şirketinin büyümesinden neden korkar ki? Arkadaşımın moralini daha da bozmamak için bu soruyu içimde sakladım. “Anlat, dinliyorum” dercesine gözlerine bakıyordum. Cengiz devam etti:
Kurduğum şirketin artık benim kurduğum şirket olmadığını hissediyorum. Eskiden, daha küçük çekirdek bir ekibim vardı. Hızlıca bir araya gelir harika çözümler geliştirirdik. Ben daha “Leb” derken ekibim “Çorum” derdi, o derece yani. Tüm motivasyonumuz müşterimizi mutlu etmek üzerineydi. Müşterilerimizin tam ihtiyacı olan ürünleri bulmakta hiç zorluk çekmiyorduk. Az kazanıyorduk, iyi de kar ediyorduk, mutluyduk…
Yine duraksadı, az önce eşinin bize getirdiği ev yapımı buz gibi limonatadan büyükçe bir yudum aldı. “Eeee, sonra!” bakışlarımdan devam etme gereği hissetti:
“Sonra büyümeye karar verdik. Aslında buna bizi zorlayan içinde bulunduğumuz pazar oldu. Daha fazla ürün, daha fazla ülke, daha fazla karlılık fabrikamızı daha büyük alanlara taşınmaya zorladı. Elbette ekip de çok büyüdü.
Eskiden herbirimizin birden fazla görevi vardı. Çekirdek kadromuzla şirketimizin tüm işlerini yürütebilir durumdaydık. Büyüdükçe, bunlar bölümlere ayrışmaya başladı doğal olarak. E tabi, her bölümün başına bir yönetici koyduk. Önceleri Bilgi işlem işlerimiz için çok akıllı tek bir genç varken, şimdi 10 kişiyi bulan Bilgi İşlem Departmanımız ve onun başında bir müdürümüz var. O zamanlar bizim için dağlar deviren o genci yeni Bilgi İşlem Müdürümüz yetersiz bularak işten çıkardı. Bunları her iş birimi için düşün artık.
Şimdi, her zamankinden daha katma değerli satışlar yapıyoruz, ancak eskisi gibi karlılık oranlarımızı bir türlü yakalayamadık.“
Bölümler, yenilik ve inovasyonu unuttu, mevcudu korumaya ve yönetmeye odaklanır oldu. Hiyerarşik derebeylikleri oluştu, kimse cam fanusundan çıkmak istemiyor. Aynı yöne bakmayı unuttuk. Hepsi kendi önceliklerine odaklanmış durumda.
Toplantılarımız raporlarla, grafiklerle geçiyor. Bütçeler, kıyaslama tabloları ve ortalamalar havalarda uçuşuyor. Masa başından yönetim anlayışı iyice oturmuş durumda. Eskiden hepimiz, üretim alanındaki bir iş makinesinin her tür sorunundan haberdarken, şimdi üretimde çalışan tekniker arkadaşımızın adını bilmeyen yöneticisi var.
Kimse kişisel sorumluluk almak istemiyor, risk almaktan kaçınır oldular.
“Tüm bunları söylerken birilerini suçlamıyorum, bu duruma gelmesi benim hatam, bunu biliyorum. O nedenle de bir çıkış yolu arıyorum. Parasına bakmayıp iki ayrı danışman ile çalıştım, sonuç çok fazla değişmedi aslında. Her gelen bir tavsiyede bulunup, ödevler verip gidiyor, bir süre sonra tekrar gelip bizim yaptığımız ödev notlarına bakıyor.“
Bir ara kendi dertlerine düştüğünü ve benim sıkılabileceğimi düşünmüş olsa gerek bana döndü:
“Sen de hep beni konuşturuyorsun be kardeşim. Sen anlat bakalım biraz, neler yapıyorsun, senin keyfin nasıl, torum tombalak ne durumda? Bilmiyorum sanma, takipteyim.“
Bu çıkışında bile neşeli görünmeye çalışan gözlerindeki bakışlardan hiç de öyle olmadığını net anlamıştım. Arkadaşımı tanıyorum!
“Cengiz’im, beni konuşuruz, uzun uzun anlatırım sana, problem değil. Önce sen şu durumunu bir çöz, gerisi kolay” deyivermişim. Cengiz aslında bunu bekliyormuş gibiydi:
“Gelmen çok iyi oldu, bunları anlatıp, dertleşeceğim yegane dostumsun. Kendimi akıllı bilirim. Kafam fena çalışmaz aslında. Yalnız hissediyorum, tüm bunların altından yalnız başıma kalkamayacağım gibi geliyor bazen.” dedi ve gözlerimin içine bakarak sustu. Sanırım söz sırasını bana bırakmıştı, o zaman ben devam etmeliydim:
“Biliyorsun, aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar elde edemeyiz. Senin farklı bir bakış açısına, modele, metoda ve disipline ihtiyacın var. İlk heyecandan uzaklaşmışsınız. Büyümüşsünüz, bir ‘Yönetim Sistemi’ kurma aşamasındasınız. Nasıl yönetileceği ve liderlik tarzı konusunda, sizin bünyenize uygun bir anlayışa ihtiyaç var. Hangi bilgi ‘knowhow’dan faydalanarak iyileştirilmesi konusunda kararsızlık yaşıyorsunuz. Bir de şu ‘bir dış göze güvenememe’ problemini koy bir kenara. Aslında durum senin sandığın kadar kötü değil bana kalırsa.“
Gözleri açıldı, “Nasıl yani!” der gibi bakıyordu. Devam ettim:
“Değil çünkü, durumun farkındasın. Konusunda uzman iyi bir iş yönetim danışmanlık firması bence bu problemleri çözmende çok yardımcı olacaktır. Seni anlayabilmesi için sana Nasreddin hoca fıkrasındaki gibi eşekten düşmüş bir adam lazım.“
Gülüştük… Sevgili dostum, arkadaşım derin bir nefes aldı,
“İyi ki geldin kardeşim!” diyerek limonatasından kalan son yudumu da fondipledi.
Eşekten düşenin halinden, eşekten düşen anlar
Evet, Cengiz’e Nasreddin hoca fıkrasındaki gibi eşekten düşen bir adam lazımdı. Hani Hoca, bir gün eşekten düşmüş… Yerde kıvranıyor… Ahali başına toplanmış… Başlamışlar teselliye…
“Hocam sağa yat, ağrımaz…”
“Hocam sola yat ağrımaz…”
“Hocam dik dur ağrımaz…”
Hoca gerildikçe geriliyor.
Ahaliden biri atılmış “Hocam doktor çağıralım mı?” diye sormuş…
Hoca artık dayanamamış…
“Yok yok, benim halimden doktor değil eşekten düşen anlar… Siz iyisi mi bana eşekten düşen birisini getirin…”
demiş ya, o misal işte.
Sevgili dostum,
Arkadaşının zoru kolay kolayı zor bir problemi varmış.Ne yazık ki şirketlerin “büyüme” kavramı işlerin hızlı olduğu dönemde talebi karşılamak olarak çok dar bir çerçevede kalıyor. Satışın artması ve bağlı olarak üretimin artması göz kamaştırıyor. Ve ne yazık ki bu sürecin hep böyle olacağı rüyası ya da hayali hadi algısı diyelim kafalara yerleşiyor. Bu süreçte en korkunç şey ne biliyor musun? Bir çok hatanın ve yanlışın göz ardı edilmesi. Öyle ya yetişmesi gereken siparişler varken kim şimdi ufak tefek görünen hatalarla uğraşacak? Sonra bakarız… Unutmuyorum, çalıştığım bir şirketin en tepe yöneticisi “sorunları akümüle olmasına bırakırım” demişti.ben de “parmağınızda çıkan bir çıbanı hemen tedavi etmezseniz kangrenden kolunuzu kesmek zorunda kalırsınız” diyerek onun makam odasında oturduğum koltuktan kalkıp gitmiştim.
Ancak birkaç şeyde dolayı işler “rutin” dediğimiz birbirini tekrar eden sürece girdiğinde göz ardı edilenler batmaya başlıyor. İşte bu süreç başladığında yazında bahsettiğin konfor alanlarının korunma gereği ortaya çıkıveriyor.
Ertan’ın da yazdıklarına şöyle atıfta bulunayım: Değişimden bahseden ve sloganlar atan bir çok şirket “Değişmemiz gerekir” diye ortaya çıkarlar ancak neyi nasıl değiştirileceğini ya da nelerin değişmemesi gerektiğini belirleyemezler ve bilemezler. Ve en önemlisi de nerede duracağını, yavaşlayacağını bilmendir. Bu şimdi hiç bitmeyen bir süreç olarak anlamlandırılan “değişim” tanımına ters gibi duruyor. Ama bir düşün. Hollanda’da eski yöntemlerle peynirciler, İsviçre’de çikolatacılar, Fransa’da şarapçılar gibi verilebilecek çok örnek var. Tire’deki şemsiyeci Reşat amcayı hatırla. Türkiye’deki en iyi şemsiye tamircilerinin en başında gelir herhalde.
Bazen de çağın akışına göre değişime ayak uydurmak yeterli olacaktır. Analog makinalardan dijitallere filmden hafıza kartlarını karanlık odadan fotoşopa ciddi bir değişim yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Ancak konuştuğumuz gibi bu değişim sürecinde D 850 ile durduk. Bence bir noktadan sonra artık değişimin faydası etkili olmaktan çıkıyor. Mu?
Bu güzel yazı vesilesi ile bayramınızı en içten dileklerimle kutlarım. Esen kalınız.
Sevgi ve saygılarımla
Değerli katkılar için teşekkürler Okyar.
Nikon D850 örneği çok güzel olmuş. Dediğin gibi, piyasaya çıktığından beri sahibiz, üzerine onlarca marka model geldi ama değiştirmeyi düşünmüyoruz. Hatta ben bu konuda “Beni şu an kullandığım kameradan neler vazgeçirebilir?” diye makale bile yazmıştım. Neden değiştirmiyoruz? Çünkü ihtiyaçlarımızı karşılıyor. Değişim her zaman en yenisi mi? Hayır.
Çok haklısın.
Sevgiler.
Ne yazık ki firmalar büyüdükçe ufak derebeylikler oluşuyor. Benim gittiğim her firmada bu böyleydi. Bunu kırmak için tepedeki adamların yapılan işe çok hakim olması ve gerektiğinde demir yumruğu masaya vurmaları lazım. Çalıştığım bir şantiyede köprüler müdürü betonu şantiyedeki santraller müdüründen değil dışarıdan almaya karar vermişti, sebebi de şantiye santralinden alınca maliyetin yüksek olması! Adam kendi projesinden değil dışarıdan beton alacam diye tutturmuştu. Bunu detaylıca maliyet planlaması yazılarında anlatmayı düşünüyorum.
Ek olarak senin de anlatmaya çalıştığın gibi firma büyüdükçe eski yöntemlerin de yavaş yavaş değişmesi gerekli. Değişime adapte olamayan firmalar ya yerinde sayıyor ya kısa sürede sıkıntıya düşüyor. Büyüyen çocuğa yeni ayakkabı almazsan yürüyebilir mi? Çok hızlı değişenlerde de ayrı dertler var.
Orta ölçekli firmalar büyüdüklerini görünce Boston Consulting gibi danışman firmalara gidip “bana yeni yönetim modeli tavsiye et” demeli ama bunu yaparken de kesinlikle danışman firmaya tüm ipleri vermemeli çünkü ders kitaplarından şablon uygulamalar size uygun olmayabilir.
Yönetim modeli kurmak ve uygulamak zor ama imkansız değil. Asıl mesele senin firma kültürüne uygun yönetim modeli kurmak.
Çok önemli bir konuya girmişsin Sebahattin usta. Yazacak o kadar çok şey geldi ki aklıma 🙂
Devamlı içinde olunduğundan bir süre sonra içerideki problemleri görememe başlıyor. Kurumsal körlük deniyor buna. En tehlikelisi ise, başkalarının oluşturduğu rakamlar üzerinden şirketinizi yönetmek.
Gemba terimini sıklıkla kullanırız; sorunu yerinde görmek ve o sorunu yaşayanlarla yerinde analiz etmek diye özetleyebiliriz. Ne yazık ki firma sahipleri bir süre sonra masa başından kalkmaz olurlar. Bu yalnızca bizde değil, dünyanın her yerinde böyle. Bizde abartılı olabilir o ayrı. Sanırım bazı gerçeklerle yüzleşebilme korkusu da barındırıyor bu davranış.
Dış göz o nedenle çok önemli. Ama işin ehli profesyoneller tarafından ele alınırsa. Genellikle bu tarz danışmanlık firmalarına verilen paralar göze batar, ama kaybedilen çil çil dolarlar hiç hatırlanmaz. Sırça köşklerinde konfor alanının bozulmasını hiç istemeyen müdürler / direktörler ve hatta genel müdürler en büyük engeldir bu değişime.
Senin bahsettiğin, kendi ürettiği beton yerine, maliyeti daha uygun olduğu için dışarıdan beton almak isteyen yöneticilerin artması lazım. Beton bölümünün yöneticisinin de “Ama”sız neden bu denli yüksek maliyetlerde üretim yaptığının hesabını verebilmesi gerek. Bizde “hesap verebilirlik”, yani yabancı terimiyle “Accountability” hep yanlış anlaşılır; hesap sormayla karıştırılır. Her bölüm müşteri memnuniyeti paydası altında hesap verebilir olmalıdır, açık ve şeffaf bir şekilde.
Dediğin gibi yazacak çok şey var bu konuda. Hepimizin egoları, kişisel beklentileri var. Çok kolay değil böyle bir değişimi başarabilmek. Kişi önce kendi özelinde yaşamalı bu değişimi ve buna hazır ve istekli olmalı.
Hiç aklımdan çıkmaz; Toyota’nın efsane CEO’su ilk toplantıya giriyor ve üst düzey yöneticilere “Şirketimiz için en önemli 3 şeyi sayın” diyor. Herbiri farklı şeyler söyleyince, “Hepiniz 3 aynı şey üzerinde anlaştığınızda beni çağırın, sonra devam edelim” deyip çıkıyor.
Hedef birliği budur işte.
Selamlar, sevgiler
büyük başın büyük derdi olur derdi rahmetli dedem
şimdi hak veriyorum ona
başka bir konuyu nasıl fotoğrafa bağladınız sizi tebrik ederim
bırakamıyor insan sonuna kadar okumak istiyor 🙂
ertan beye katılıyorum çok iyi bir konu çok iyi bir yazı olmuş
şu yazıyı bile belki 20 defa değiştirdim
bir kelime hatası yapmayayım diyerekten 🙂
saygılarımla
Merhaba Burhan bey,
Ama yine de cümle başında büyük harfleri unutmuşsunuz 🙂
Katkılarınız için teşekkürler.
Saygılar.
Başlığı okuyunca korktum bir an 🙂
Mutlu olmak için büyüyorsun, büyüyünce mutsuz oluyorsun. Hayat bir kısır döngü.
İş hayatı herkes için zor kuşkusuz, ama iş stresi özel zevklerin hobilerin de önüne geçiyorsa tehlike çanları çalıyor demektir. Çünkü insanın artık nefes alacağı bir alan kalmamıştır. Cengiz bey’e kolaylıklar dilerim. Umarım kısa sürede bir çıkış yolu bulur.
Selam ve saygılarımla.
Sebahattin Bey Merhabalar,
Odak noktası özellikli ürünler / makineler üretmek olan şirketlerde bu sorun yoğun olarak yaşanabiliyor. Bu tür firmalar kurumsallaştıkça kuruluş amaçlarından uzaklaşıp iletişimi bozulan çoklu yapılar – Ertan Bey’den kelimeyi ödünç alırsam farklı hedefleri olan “derebeylikleri” haline de gelebiliyorlar.
20 Senelik bir firma olarak bizim de bu tip problemlerimiz oldu ve her bir ortağın sorumlulukları paylaşarak iş bölümü yapıp, sorunları minimize edebilmeyi başardık gibi…
İronik olarak arkadaşınıza benzer bir biçimde nefes alabileceğimiz bir yaşam alanı tercihimiz oldu ve “insan burada yaşlanmaz” denilebilecek bir çiftlik hayata geçirdik.
Yukarıdaki parağrafta söz ettiğim çiftliğimiz konusunda aklımda bir süredir Arthenos için yazı projesi dönüp dolaşıyor; “5 fotoğrafla Beyaz Fillerimiz” başlığıyla 🙂 İlk zamanlar nefes alıp stresten uzaklaştığımız çiftlik nasıl salgın zamanında devamlı kaçtığımız bir mekan oldu diye…
Umarım Fethiye civarındaki tatil dönüşümüzde bu yazıyı çok gecikmeden ele alabilirim.
Arkadaşınız yoğun bir iletişim ve olabildiğince yalınlaştırılmış yönetim ilkeleri ile sorunu ile başedebilir gibi görünüyor, en azından salgından etkilenmeden yeni pazarlar kazanıyorlar, bu büyük bir başarı bence, kendisine kolaylıklar diliyorum.
Sevgi ve saygılarımla.
Güzel katkılar için teşekkürler Yaşar bey.
Böylesi içinden çıkılmaz sıkıcı durumlarda ortamdan uzaklaşmayı sağlayacak ve “Tebdili mekan” ferahlığı yaratacak yerler inanılmaz faydalı oluyor. Sizin adınıza sevindim.
Yazınızı büyük merakla bekleyeceğiz.
Saygılar.